Cumartesi, Şubat 09, 2002

ANTALYA’YA GELECEKTEN BAKMAK...



Prof. Dr. Metin SÖZEN
ÇEKÜL Vakfı Başkanı



İnsan zaman zaman yaşamına, yaşadığı ortamlara, geniş coğrafyalara, belleğinde kalanlarla birlikte soğukkanlı dönüp baktığında, sıcak ortamlarda sağlıklı değerlendiremediği bir dizi farklı gerçeklerle karşılaşılır. Oysa, geçmişe bu tür yaklaşımları geleneğe dönüştüren kişiler-toplumlar, önünü görmede kolaylık çekerler. Bu bir anlamda geçmişten korkmamayı, geçmişle hesaplaşmayı, kendini tanımayı, kendini doğru açıklamayı birlikte getirir. Benzer durum, toplumlar, onların yaşadığı ortamlar için de söz konusudur.

Son yıllarda bu tür hesaplaşmaların nedenini düşündüğümüzde ulaştığımız sonuç, yaşamımızın elimizde olmayan bir biçimde hızlandırılması, sağlıklı düşünmeye zaman ayırma olanağının gittikçe azalması, yakın-uzak çevremizin insan yaşamına sığmayacak bir hızla değişir olmasıdır. Bizim gibi yaşadığı-araştırdığı-tartıştığı ortamları geniş bir zaman dilimi içinde değerlendirmeye alışmış kimlikler için bu sarsıcı ve sağlıksız durum, geleceğin gölgelendiğinin de bir işaretidir. Görünür hıza ulaşan, tüm kalıcı izleri silen değişimin boyutlarını belirlemenin güçleşmesi, bilinçli-birikimli kimlikler için yaşanacak ortamların tükenişi, yerine konamaz değerlerin yitirilişi anlamına gelmektedir.

Acaba bu durum, bizlerin koşullanmasından, hızlı gelişmelere ayak uyduramayışımızdan mı kaynaklanmaktadır? Değişimi-dönüşümü yeterince izleyememenin, güne ve geleceğe kendi birikimlerimizin yoğunlaştığı alandan bakamamanın zorluklarını mı çekiyoruz? Yaşamımızı, yaşadığımız çevreyi-çevreleri dikkate alarak, geçmişin izleriyle geleceğe, özellikle bu soruların ışığında önümüze bakabilmek için bir örnek kent seçmeyi düşündüğümüzde, sanırım Antalya gibi yaşamımızın her evresini etkileyen kentlerin bir önceliği olmalıdır.

Beydağları’nın renginin solmadığı Antalya...

Yirminci Yüzyıl’ın ilk yarısında Antalya, dört mevsimin yaşandığı özel bir kentti. Kentin bütün taşları yerli yerinde duruyordu. Beydağları’na günün ışıkları vurmaya, renkler birbirini izlemeye başladığında, her şeye egemen olan doğa, kentin dengesini kuranın da kendisi olduğunu, gücünü dillendirmeden herkese anlatmayı bilirdi. Kente hangi yönden girilirse girilsin, önce doğanın bir başka yüzü varlığını ele verirdi. Sonra bahçeler ve evler, yeşili ağır ağır azalarak, kentin ticaret merkezine sizi yönlendirirlerdi. Kaleiçi’nin her noktası, çiçeği-böceğiyle özel bir yaşamın, özel bir kimliğin ortak ürünü gibiydi. Kırkmerdiven’lerden limana inmek, onarılmak için karaya çekilmiş tekneler-mavnalar arasında dolaşmak, büyük bir telaşı gerektirmezdi. Açığa demirlemiş yolcu gemisine gidip gelen motorlar bile, bu dengeli sessizliği bozamazdı. Kaynayan ziftin kokusunu, ağları onaran balıkçıların tartışmalarını, ulu ağaçların gölgeleri bastırır, mescidin altındaki kaynaktan beslenen suda insanlar serinlemeye çalışırlardı. Kısacası Antalya, doğanın gücünü her noktaya, yaşamın her anına sindirdiği, tarihin her döneminin kente bir şeyler eklediği, “iki ucu açık” bir yaşam alanıydı. Bu, sokaklara taşan çiçeklerin kokusunu unutamadığım, çocukluk kentimin Antalya’sıydı...

Önümden geçen elli yılın Antalya’sı...

Olanlar son elli yıl içinde oldu. Her noktası farklı özellikler içeren, sokaklarını yürüyerek tüketemediğimiz Antalya, artık taşıtlarla bile ulaşılamaz oldu. Türkiye’deki kentlerin başına gelenler onun da başına geldi. Ama kısa sürede ününü dünyaya duyurmayı, herkesi ayağına getirmeyi de bildi! Artık dünyanın dört bir yanından bu düş kentine ulaşmaya çalışanlar, doğanın gücünü yitirdiği, yüksek yapıların egemenliğinde, hareketli bir kenti görmenin mutluluğunu yaşıyorlar...

O günlerde kentin dışına, Konyaaltı’na giderken “doğanın varlığı incinmesin” diye bahçeli tek katlı yapılmış evler, bu süreçte hızla yıkıldı. Kent her yöne özgürce gelişti. Antalya neredeyse ilçeleriyle birleşerek, çevresinde her karış toprağın değerlendirildiği bir dünya kentine dönüştü! Falezler, ölçülerini doğanın geliştirdiği, Antalya’ya özel sunduğu bir varlık olmaktan çıktı. Doğayla yarışan yeni anlayış, kendi beğeni ve gücünü geleceğe armağan etti. Düşlerimize giren renkler, üzerimize sinen kokular değişti. Dünyanın rengi, dünyanın kokusu, doğanın kokusunun yerini aldı. Antalya, ülkemizi ayakta tutan kentlerin başında yer almaya, ülkenin umudu, gelir kaynağı olmaya başladı...

Antalya’nın gelecek düşü...

Antalya’nın geleceğine bilimsel verilere dayalı bakıldığında, dün olduğu gibi bugün de yanılma payımız çoğalabilir. Bu bilimin yetersizliğinden değil, bizlerin “gelişme azminden” kaynaklanmaktadır! Ele avuca gelmez “cevval bir ulus” olarak, her türlü hedefi, günün ve geleceğin gelişmelerini içeren tasarımları şaşırtma yeteneğimiz bu hız ve coşkuyla sürdükçe, gördüğümüz düşlerden korkuyla uyanmamız büyük bir olasılık olarak gözükmektedir.

El yordamıyla bile olsa, düşlerimizi yorumlamakta yarar var. Eğriden doğruya yönelişte ilk akla gelen, bu anlamsız süpürücü hızın ister istemez düşürüleceği, doyumsuzluğun bir noktada duracağı, geç de olsa insanların bir gün “aklın çizgisinde buluşmayı” deneyeceğidir. Bu konuda inancımızı henüz yitirmemiş olmamız, yolun sonuna gelmediğimizin işaretidir. Sayısını kesin bilemediğimiz kente her gün katılan nüfusun, Türkiye’nin geldiği noktada, geriye dönüşlerle birlikte azalacağıdır. Bu sağlıklı bir siyasetten çok, artık büyük kentlerde yaşamanın katlanılamaz, sıkıntılarla dolu bir gelecek hazırlamasından kaynaklanmaktadır.

Yol bitse bile, süreç birdenbire hızını düşüremez. İşte bu noktada, varolan durumu iyileştirici, sağlıksız gidişi azaltıcı yöntemleri sonuna kadar tartışarak, kenti küçük-büyük çıkarların savrukluğundan kurtarmamız gerekir. Bu kolay olsaydı, bugünkü ortama gelinir miydi? Ama burada gelinen noktanın taşınamaz olması, değerlendireceğimiz bir olgu olarak önümüzde durmaktadır. Üstelik Antalya, göreceli olarak diğer kentlerden daha kolay değişmeye-değiştirmeye, yanlışları aklın çizgisine çekmeye uygun bir kamuoyuna sahiptir. Yalnız bu noktada, dünyanın, çıkar odaklarının baskısına dayanması, ülke düzeyinde dayanışma odakları oluşturması gerekmektedir.

Antalya büyük ve özel bir coğrafyanın odak noktalarından biridir. Bu büyük çevrede de benzer sürecin yaşanması nedeniyle, doğal-kültürel varlıklar bütünün farklı ölçeklerde ele alınmasının, sorunlarıyla birlikte değerlendirilmesinin kaçınılmazlığı ortadadır. Burada Antalya, deneyimiyle yeni bir örgütlenmenin toplayıcı gücü olabilir. Bu, ülkeyi “havza ve bölge boyutunda düşünme” demektir. Olayların önüne geçerek, yeni bir hareketi başlatmak demektir. Gelinen nokta, artık çok fazla uzatmaya, görünür sıkıntıları ertelemeye olanak vermiyor.

Antalya, geleceği anlamlandıracak tüm değerleri yitirmiş de değildir. Yanlışları göstererek, anılarımızın özenli kentini varolan incelikleriyle yeniden donatabilirsek, göz ardı ettiğimiz büyük birikimi somut bir olgu olarak sürekliliğe dönüştürebiliriz. Diğer kentlerde sınırlı olanaklarla sürdürülen doğayı-tarihi-kültürü birlikte yaşatma ve geleceğe aktarma çabaları, burada kentin varlık nedeni olarak önümüzde durmaktadır. Bu, Antalya’nın gelecek düşü değil, yaşamının kopmaz parçası, ağırlıklı çıkış noktası, görünür büyüklüğüdür.

Antalya için zaman farklı gelişmektedir. Doğrulara dayalı gücün oluşturulması için özel çaba gerekmemektedir. Eldeki olanakların bir başka yaklaşımla değerlendirilmesidir. Kentin günümüze akan geçmiş birikimine öncelik tanıyarak, kafaları karışan toplumumuza, “hemşehri”, “kentli”, “dünyalı” olmanın ne anlama geldiğini gösterecek ortam tüm engeller aşılarak yaratılmalıdır. Uygarlık savaşında, yıkmanın-yok etmenin yerine, korumanın, yaşamı inceltmenin, kimlik-kişilik kazandırmanın geçerli yol olduğunun gösterilmesidir.

Kent uygarlık demektir... Geleceğin kentleri yeni uygarlığın merkezleri olmak istiyorlarsa, geçmişi-bugünü-geleceği birlikte görmeyi, gündemlerinin değişmez maddesi olarak yaşamlarına sindirmeleri gerekir...

Antalya’nın gündemi oluşmuş gözüküyor...


3 Şubat 2002




BASINDA ANTALYA SEMPOZYUMU: "Türkiye'de Tarihi Kent Dokularının Korunması ve Geleceğe Taşınması..."



Bugünkü...

SABAH'ta Yeşim Nur'un yazısı:
Tartışana kadar önlem alınsın...

Milliyet Gazetesi'nde Taha Akyol'un konu ile ilgili makalesi:
http://www.milliyet.com.tr/2002/02/09/yazar/akyol.html

Fevzi Topuz: Milas Belediye Başkanı'nın demeci

Tarih, kültür ve doğa varlıklarının korunmasında ve geleceğe taşınmasında korumacılık bilinci önemlidir. Bu konuda hem merkezi hem yerel yönetimler hem de toplum
olarak görevlerimiz var. Tarihten süzülüp gelen kültürel varlıklarımızı korumak,
'yerel kimliğin' korunması açısından da değer taşır. Bir kentin yaşamında ve o yerin karakterize edilmesinde 'yerel kimlik' olgusu belirleyicidir.
Pek çok tarih, kültür ve doğa varlığımız ilgisizlik ve kaynak yetersizliği ya da yokluğu nedeniyle yok olup gidiyor. Son yıllarda korumacılığa yönelik ciddi çalışmalar yapılmış ve yeni örgütlenmelere gidilmiştir. 'Tarihi Kentler Birliği' oluşumu, bu alandaki en önemli örgütlenmelerden biri. Korumacılık konusunda, üst örgütlenmelerin yönlendirmesi ve rehberliğinde, yerel sivil toplum örgütlerine inisiyatif tanımalı. Belediyeler bu tür inisiyatiflerle işbirliğine gitmeli, çalışmaların gelişip yayılmasına öncülük etmelir.
Günümüzde korumacılık kavramı, biraz da, korunacak kültür varlığının tespit ve tescil edilip, sonra da kendi haline bırakılmasına dönüşüyor. Tescilli binaların geleceğe taşınması, bakım/onarım anlamında elden geçirilmesi için çeşitli kolaylıklar sağlanmalı. Tarihi binaların restorasyonu maliyetli iş olduğundan, mal sahiplerine kredi olanakları yaratılmalı. Devlet olarak bu konuda gerekli maddi olanaklar yaratılmalı; gerek mal sahiplerine gerekse belediyelere kamulaştırma yoluyla bu binalara restorasyon için maddi olanaklar sunulmalıdır. Bu konuda uluslararası fonlardan kaynak bulma çalışmaları da ihmal edilmemelidir.
Birçok kentimizde, 'arasta' denilen eski zamanların ticari bölgeleri hâlâ faaldir. Ancak, arastalar, esnafın ekonomik yetersizliği veya bilinçsizliği gibi nedenlerle virane halindedir. Arastaların, kavram ve kültür olarak geleceğe taşınması için restorasyon ve koruma çalışmaları şart. Biz, Milas'taki arastada bunu sağlayabilmek için yönlendirici olma çalışmalarını yürütüyoruz. Genel ve yerel ölçekte koruma kültürünün gelişmesi için, ulusal ve yerel medyanın işbirliği yararlı olur. Ayrıca, ilköğretimden başlayarak her düzeydeki eğitim kurumlarından yararlanmak şart. Bu çalışmalarla, korumacılığın yasal zorlamalarla değil, bir davranış biçimi, bir kültür olduğu ve korunacak değerin insanlığın ortak mirası olduğu düşüncesi kafalarımızda yer etmelidir. Bu sayede otokontrol sistemi de kurulmuş olur.
'Korumacılık' bir dünya görüşü gibi, bir ideoloji gibi insanlarımızda bilince dönüştüğünde; kültürel değerlerimiz sonsuza değin varlıklarını sürdürebileceklerdir. Bu konuda devlet olarak, yerel yönetimler olarak, sivil toplum örgütleri olarak üzerimize düşen görevleri eksiksiz yerine getirmeli, sorumluluklarımızı ertelememeliyiz."
RADİKAL'de haberin orijinali



Son haftalarda DÜNYA Gazetesi'nin "Çevre Kültürü" sayfasında yayınlanan ve içinde ÇEKÜL'ün de yer aldığı ya da ÇEKÜL mensuplarının gönderdiği haberlerden...





Cizre'de Araştırmaya Dayalı Koruma




"Uygulamaya dönüşmeyen bilim, doğruyla yanlış arasında
bir yerdedir"

El Cezeri




Son yıllara kadar doğal ve kültürel varlıkları açısından
yeterince değerlendirmeye alınmayan Şırnak, artık il merkezi
ve bağlı ilçelerle birlikte yeni ve köklü
araştırmaları bekliyor. Şırnak merkezinde eski
özelliklerini yer yer koruyan tarihsel doku, yeni
gelişme alanları için de çıkış noktası
oluşturuyor... Bu çekirdek bölümün şu ya da bu biçimde yitirilmesi,
Şırnak'tan kalan tarihsel kimliğin de, dönüşü olmayan
biçimde bitirilmesi anlamına gelmekte. Ayrıca
taştan yapılmış, anıtsal boyutlardaki geleneksel konutlar, yeni
işlevler kazandırmak için büyük bir olanağı sergiliyor.
Şırnak'ta koruma-yaşatma çalışmalarının başlamasına
karar veren ÇEKÜL Vakfı, bu konuda tüm ilglilileri
katkıda bulunmaya davet ediyor.

İl merkezindeki bu gelişmelere koşut olarak, bölgenin
kentsel tarihi için büyük önem taşıyan Cizre'de de
birbirini izleyen koruma hedefli özverili çabalar
somut sonuçlara yönelmekte...

Cizre, "Uygulamaya dönüşmeyen bilim, doğruyla yanlış arasında
bir yerdedir" diyen Ortaçağın ünlü bilim insanı "Ahmet El Cezeri"nin içinden çıktığı coğrafya.
Cizre' de süren çok yönlü araştırmalar öncelikle iki önemli yapıda toplanıyor.
Bunlardan biri "Kırmızı Medrese", diğeriyse halkın önemli bir ziyaret yeri olan
"Mem-u Zin Türbesi" ile yanındaki "Abdaliye Medresesi".
Dönemlerinin mimarlık ve bezeme özellikleri açısından yeni değerlendirmeleri bekleyen
kentin bu yapıları, aynı zamanda Cizre'nin Anadolu'nun uygarlık tarihi içindeki özel durumu için
de önemli ipuçları içermektedirler.

Uzun yıllar ayrıntılı araştırmaları bekleyen Cizre'de ilk köklü girişimler kaymakam
Mümin Heybet döneminde başlamış, kentin derinlikli tarihinin ve kültürünün aydınlatılması için yapılan sempozyumun
ardından yayınlanan kitapla birlikte, ÇEKÜL Vakfı'nın hazırladığı projelerin ışığında, ilgili kurulların
istekleri doğrultusunda kazılar başlatılmış, böylece kentin kimliğini daha sağlıklı öğrenme sürecine girilmiştir.
Bu bağlamda, 2000 yılında, bütün dünyada 5 milyar kişinin katılımıyla kutlanan "22 Nisan Dünya Günü" (*) etkinliklerine Türkiye'den katılanlar arasında Cizre de çok önemli bir yer tutmuştu. Dicle Nehri'nde, tarihi şehir surları etrafında ve Atatürk Parkı'ndaki katı atık, naylon torba ve pet şişelerin toplandığı temizlik kampanyası, Hükümet Konağı'nda yapılan bir Tören, ilk ve ortaokul çocukları arasında "Cizre'de Doğal Hayat ve Temizlik" başlıklı bir yazı, "Cizre'deki Tarihi Yapılar" ve "Temiz Cizre" başlıklı resim yarışmaları, Cizre'nin bu global kampanyaya kattıkları arasında başı çeken etkinliklerdi...

Kaymakamlığa atandığı ilk günden itibaren kentin tümünü çok yönlü değerlendirmeye alan Süleyman Yıldırım ise,
bilincli bir yaklaşımla, doğal ve kültürel çevreyi zenginleştirmeye ve bütünleştirmeye başlamış, geçmiş birikimlere ivme
kazandırmak için değişik yollar denemektedir...


Bütün kutsal kitaplarda özel yer alan, Dicle nehrinin
verdiği olanakla tarihin her döneminde önemini
yitirmeyen Cizre, kabartmalarla zenginleştirilmiş
kalesi, anıtsal köprüleri, Ortacağın birbirinden
ilginç yapılarıyla, " kamu-özel-yerel-sivil
birlikteliğe " dayalı başlatılan özverili çabalara
destek beklemektedir.


(*) "22 Nisan Dünya Günü" ("Earth Day"), dünyanın yaşgünü'nden yola çıkılarak genişlemiş bir kampanya. Türkiye'de ÇEKÜL Vakfı'nın Ulusal Koordinatörü olduğu global Kampanyanın merkezi ABD'de: Earthday Net



“Keçi Burcu”...”Mardin Kapı”...”Evli Beden”...”Yedi Kardeş”...


SAVUNMANIN SİMGESİ: DİYARBAKIR SURLARI





“Ben dünyanın dört bucağından Arap, Acem, Hint ve Türk

memleketlerinde birçok kentler ve kaleler gördüm. Fakat yeryüzünde hiçbir ülkede Amid (Diyarbakır) kentinin kalesine benzer bir kale ne gördüm,

ne de ‘başka bir yerde bunun gibi bir kale gördüm’ diyeni duydum.”



Nasır-ı Hüsrev, İran’lı şair ve bilgin, 10 Aralık 1046





Anadolu kültürü ve tarihi içinde özel bir yeri olan Diyarbakır ve çevresi, dünyanın beklediği kültürel çeşitlilik ve zenginliğin yaratacağı büyüklük ile yeni yüzyılda ayrı bir anlam taşıyor. Yerleşim özellikleri itibarıyle, çevresindeki uygarlıklara yaşam şansı vermiş Dicle Nehri ile özel bir ilişki kurabilmiş, görkemli kent Diyarbakır’da, “suyla gelen kültür”den izlerin bugün bir bölümünün hâlâ ayakta olması, uygarlık tarihi açısından bir “şans” olarak değerlendiriliyor. Farklı uluslara ve yönetimlere başkentlik eden Diyarbakır, kentsel tarihin geçirdiği evrim açısından da eşi bulunmaz bir belge, bir kaynak niteliği taşıyor. Diyarbakır’da dünyanın sayılı savunma yapılarından biri olan ve hemen her uygarlığın kendinden izler bıraktığı Diyabakır Kalesi, “taşlara yazılan kent tarihi” olarak nitelendirilip, pek çok araştırmacı için bir yol gösterici eser olma özelliğini sürdürüyor.


İşte “Diyarbakır Surlarını Koruma ve Geliştirme Projesi” ile bu değerlerin korunması yolunda önemli bir adım atıldı. Diyarbakır Valiliği ve ÇEKÜL Vakfı'nın, yarım yüzyıldır korunması düşünülen, günümüze kadar görünür bir hızla eriyen ve özelliklerini yitiren Diyarbakır Surları'nın tüm sorunları ve incelikleriyle ulusal-uluslararası ortamlara taşıma istekleri sonuç vermeye başladı. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi ve ilgili diğer belediyeler surların çevresini düzenlemeye, farklı boyutlardaki etkinliklerinde değerlendirmeye yöneldiler. Böylece surlar konusunda birlikteliğe dayalı yeni bir zemin oluştu.

Diyarbakır Valisi Cemil Serhatlı’nın kararlı yaklaşımı ile sürdürülen proje, Diyarbakır Surları’nın korunması ve ünlü “Keçi Burcu”, ”Mardin Kapı”, ”Evli Beden”,”Yedi Kardeş” burçlarının eski kimliğine kavuşturulmasını amaçlıyor. Bu yolda ilk somut örneği Kültür Bakanlığı verdi. Diyarbakır'ı dünyaya taşımaya çalıştı, Keçi Burcu'nun onarımını başlattı. Şimdi herkesin ortak dileği, geçmişteki yanlış onarımların tersine surların kimliğine uygun değerlendirilmesidir.

Birbirinden ilginç değişik dönemlerin özgün örnekleriyle yüklü “Diyarbakır İçkalesi” de, uluslararası toplantılar ve etkinlikler için yeniden ele alınmakta ve bu proje için de bireysel ve kurumsal katılım ve katkı beklenmekte. Tarihin her dönemine, Atatürk'ün varlığına tanıklık etmiş Türkiye'nin bu çok özel noktasına verilecek yeni kültürel-sanatsal işlev, ulaştığımız kültür düzeyinin de işareti olacaktır. ÇEKÜL Vakfı'nın geliştirdiği projenin ilgili kurullarca onanmış ve işlemlerinin tamamlanmış olması, Diyarbakır'da yeni bir döneme, özel bir ortama nitelikli geçiş olarak değerlendirilmektedir.

Diyarbakır’da aynı amaçla ele alınan diğer eserler arasında “Surp Giragos Ermeni Kilisesi”, “Cemil Paşa Konağı” ve bir dizi özgün özellikler içeren geleneksel konutlar da değişik çevrelerden destek ve kaynak beklemektedir.


Bu doğrultuda Diyarbakır, 2000 yılından bu yana, her 22 Nisan’da kamu-yerel-sivil işbirliği ile Surları temizleyerek, küresel çevre etkinliği “22 Nisan Dünya Günü” (“Earth Day”) kampanyasına da katılıyor.

Nevin SOYUKAYA, ÇEKÜL Vakfı Bölge Koordinatörü