Perşembe, Mayıs 30, 2002

Dünya "Çevre Kültürü" sayfasında yayımlanan ÇEKÜL ilintili haberlerden:



TÜRKİYE’NİN “MARDİN DOSYASI” OLMALIDIR...


("Mardine'e bir el atın" başlığıyla yayımlanan haberin orijinalidir)



Günümüzde dünyada esen olumsuz rüzgarlardan günü gününe etkilenen ülkelerin arasında Türkiye’nin varlığı, dünden daha sık eleştiri konusu olmaya başladı. Dünyayı bu tür yakından izlemenin, genellikle kalıcı değerlere dayanmayan, geçici, zaman yitirici başlıklar üzerinde yoğunlaşması, oluşan yeni ortamın gerisinde yatan doğruları bulmamızı da güçleştiriyor. Köklü gelişmelerin özüne inmeyi engelleyen bu yeni gelenek, tam bir zaman yitirmeye, oyalanmaya dönüştüğünde, bir süre sonra “toplumumuzun gerçeği bulma şansı” ortadan kalkıyor. Doğrular öğrenilemez, gelişmeler izlenemez, yurttaşların “çağı içine sindirerek yaşama” olanağı zayıflarsa, toplumun değer ölçülerinin çöküşü de kaçınılmaz oluyor...



Oysa dünyamızda geliştirilen her kavram, teknoloji adına üretilen her öğe, günümüzü ve geleceği etkileyecek boyuta kısa sürede ulaşabiliyor. Bu nedenle, “gelişmeleri özüne uygun”, önünü arkasını düşünerek izleyen uluslar, küreselleşmenin olumsuz sonuçlarına, bir oranda önlem alma şansını da yakalayabiliyorlar. Geçmiş değerlerin özümsendiği, doğrularına süreklilik kazandırıldığı, yeniliklerin aralıksız gözden geçirildiği, günlük olumsuz rüzgarlarla zamanın yitirilmediği bir ortamı egemen kılan toplumlar, ülkelerini köşeye sıkışmaktan bir süre kurtarabiliyorlar...





Dünyanın sağlıklı düşünmeyi zorlayıcı değişme hızı içinde bir bütün olarak Türkiye’ye bakıldığında, başta kamuoyunu sürekli etkileyen yayın organları olmak üzere tüm bireylerin, ülkeyi çıkmaza götürecek oyalayıcı ve zaman yitirici girişimlerden kendilerini arındırmaları gerekiyor. Sürekli yinelediğimiz gibi bu, kimlikli bir “birey”, hemşehri”, “yurttaş”, “dünyalı” olmanın önkoşuludur. Böyle bir açıdan bireylere-kentlere-ülkeye-dünyaya bakıldığında, herkesin ortak sorumluluk sınırları büyümektedir. Herkesin önce, bilincini yansıtacak “birey-kent-ülke-dünya” için anlamlı ve hedefli bir “dosya açması” gerekmektedir. Bu dosyaların içi aralıksız sağlıklı verilerle dolarsa, yanlışları göğüslemek, ülkenin geleceğini doğru tasarlamak kolaylaşır...



ÇEKÜL Vakfı’nın yıllardır ülkenin her yerinde, “doğa-insan-kültür” ilişkisi içinde, “kamu-yerel-özel-sivil birlikteliğiyle”, “bilinçli-birikimli-duyarlı bireylerin dayanışmasına dayalı” olarak, kentlerin kimliklerini koruma yolunda açtığı ve uygulamaya dönüştürdüğü dosyalarla durumu somutlamak istersek, birbirinden ilginç kentler arasından, düne kadar bir türlü önemi oranında gündeme gelemeyen, birdenbire “esen yeni rüzgarlarla” herkesin dilinden düşürmediği Mardin kentini seçsek, acaba dosyanın varlığını nasıl geliştirmemiz gerekir? Eğer buraya kadar değinilen başlıklara ve düşüncelere bağlı kalmayı yeğlersek, öncelikle “her ölçekte yapılabileceklerin” sıralanması yararlı olabilir...



Dosyayı önce kent ölçeğinde değil tersine “dünya ölçeğinde” gündeme getirsek, sıcak ortamın verileri bizlere yol gösterecektir. Mardin’in UNESCO’nun “Dünya Mirası Listesi” içinde yer alması için bir süredir yoğun çaba gösteren yetkililerin emekleri hedefine ulaşırsa, bu kent için önemli bir aşama olacak, bir dizi sorumlulukları da birlikte getirecektir. Daha önce, Türkiye’den seçilen ve benzer süreçten geçen diğer yerlerin olumsuzlukları giderme yolunda “yeterince duyarlı davranmayışları”, Mardin gibi özgün kentlerin kendilerini farklı noktalara taşımalarını geciktirmiş, yanlışların sınırlandırılmasını-durdurulmasını önlemiştir. Sonuçta her şey gelip “değişik ölçeklerde tasarım ve uygulamalara” dayanmakta, sorumluların bilinçli yaklaşımlarını beklemektedir. Kısacası, bir kentin dünya düzeyinde varlığını kanıtlaması, “kendini doğru tanımaktan, doğru taşımaktan, doğru açıklamaktan” geçmektedir...



Olaya “ülke ölçeğinde” yaklaştığımızda Mardin, bir bütünün parçası olarak gittikçe önemi artan, yeni ilişkiler ağı içinde kendini günümüze ve geleceğe sağlıklı aktarması gerekli bir kent görünümündedir. Ülkede yaygın beklenti, çevresiyle birlikte “kültürel turizme” aday yerleşmelerden biri olmasıdır. Türkiye’nin bu konuda “geçmişi parlak olmadığından”, başlığın içinin nitelikli dolması, geliştirilecek inceliklere, doğru kararlara, çok yönlü eğitime, kısacası kenti kent yapan “geleneksel dokunun yaşamasına” bağlıdır.

Dokunun korunması, Mardin Müzesi örneğinde olduğu gibi “kamunun”,

Erdoba Evleri’nde olduğu gibi “yatırımcıların”,

en önemlisi kendi evlerini onaran “Mardinli'lerin”,

kararlı bir dönüşümü sağlamalarıyla yakından ilgilidir.

İşte bu noktada, “kentin duyarlı hemşehrilerinin” oluşturduğu sivil toplum örgütlerine büyük sorumluluk düşmektedir...



Konuya “bölge ölçeğinde” yaklaşıldığı zaman, kaçınılmaz olarak yıllardır “GAP” başlığı altında yapılan çalışmaların ışığında durumun yeniden gözden geçirilmesi gerekir. Bir türlü “ülke-bölge planına ısınamamış” ülkemizde, bu en geniş kapsamlı örgütlenmeden-denemeden yararlanılarak, Mardin’e farklı öncelikler, yeni olanaklar sağlanarak, bölgedeki konumu yeniden düzenlenebilir. Doğal-tarihsel-kültürel bütünlüğü güçlendirici, olumsuzlukların hızını düşürücü, yaşama geçme olasılığı yüksek projelerle Mardin’in önemi ve ağırlığı iyi tanımlanırsa, kentte ve bölgede kesintisiz sürdürülen yanlışlar azalabilir, doğruların yolu açılabilir. En gerçekçi durum, yürürlükteki bölge planının, günümüz koşullarını içerecek biçimde zaman yitirmeden çözüme, somut uygulamalara gidecek doğrultuda yeniden tartışılmasıdır. Çünkü Mardin’in içinde bulunduğu Güneydoğu Anadolu Bölgesi, doğal-tarihsel-kültürel açıdan bugünkü sınırları çok aşan farklı bir bütünlüğe sahiptir. Tarihin, uygarlıkların “birbirini izleyen ilklerine” tanık olan bu özel toprakların, yeniden ilgi odağı olması sürecinde, her yıl gelişen arkeolojik araştırmaların ışığında daha kapsamlı değerlendirmeye alınması, geleceğin daha doğru tasarlanmasını sağlayacaktır. Kısacası, ülke-bölge planının çerçevesi, “kültürel coğrafyaya uygun” bir genişlikte ve öncelikte olmalıdır...



Bu noktada “havza ölçeğinde” yaklaşımlar için de benzer durum geçerlidir. Mardin’in bugünkü sınırları kültürel açıdan komşu iller, Nusaybin ve diğer yerleşmelerde olduğu gibi, komşu ülkelerle birlikte düşünülmesi gereken arkeolojik alanlar içermektedir. Bu noktada önemli olan, Dargeçit-Derik-Kızıltepe-Mazıdağı-Midyat-Nusaybin-Ömerli-Savur-Yeşilli ilçelerinin sınırları içinde bulunan, tarihin gördüğü en eski yerleşmelerden başlayarak insanlığın gelişme sürecini belirleyen tüm buluntuların, bilimsel verilere dayalı bir akış içinde saptanması-korunması-yaşatılması, sonuçta herkes tarafından kavranabilir duruma getirilmesidir. Ancak bundan sonra “uygarlığın evreleri”, “ilklerin niteliği” daha açık anlaşılabilir. Burada kronolojik akış kadar, tarihin her döneminde doğanın sağladığı olanaklar, kültürel havzaları belirlemede yol gösterici olabilir. Çünkü bu topraklarda köylerden kentlere kadar uzanan küçük büyük her yerleşme, tarihin ve kültürün farklı boşluklarını doldurmakta, il sınırları içindeki çeşitliliği sergilemektedir. Her nokta göz ardı edilemeyecek nitelikte veriler içermekte, her yeni araştırma bizleri “binlerce yıl geriye götürecek” sonuçlar vermektedir...



Dünya ölçeğinden “kent ölçeğine” geldiğimizde, bir çıkış noktası olarak kent merkezini aldığımızda, Mardin Kalesi’nden adım adım kentin yapısını çözerek aşağıya indiğimizde, olaya “ülke-bölge-havza-kent ölçeğinde bakmanın” kaçınılmaz sonuçlarına rastlarız. Bu bir anlamda yerleşme ilkelerinin, yerleşme sürecinin sınırlarını çizmeyi de birlikte getirir. Doğal-kültürel varlıkların korunmasına öncelik tanıyan Mardin Valisi M.Temel Koçaklar da, kentin kimliğini yeniden değerlendirme çalışmalarında bu süreci dikkate aldığından, olumlu yaklaşımlar daha kolay algılanma şansına ulaşmıştır. İki temel öğeden, “ticaret ve konut” bölgelerinden oluşan Anadolu kentleri içinde Mardin, özel konumu nedeniyle kendine özgü özellikleri de içerir. Bu nedenle Mardin Kalesi, kenti kolay kavramak için önemli bir odak noktasıdır. Her geçen gün bir bölümünü yitiren Mardin Kalesi’nin öncelikle ele alınması ve burada bulunan birliğin komutanı Cengiz Yanıkoğlu’nun bilinçli destekleriyle, umut verici gelişmelere tanık olunmaktadır. Yıllar önce Anadolu’da ayrıntılı araştırmalar yapmış olan Albert Gabriel’in saptadığı bazı yapılar gün ışığına çıkmaya başlamış, Hıdırellez Mescidi’nde olduğu gibi birbirini izleyen onarımlarla kale farklı bir görünüme ulaşmıştır...



Bugün benzer nitelikte çalışmaları, kenti sınırlayan surlarda sürdürme şansı bulunmamaktadır. Bütün bilgiler kaynaklara dayanmaktadır. Kentin tek ana caddesinin iki ucundaki yerlerden birinin Diyarbakır Kapısı, diğerinin Savur Kapısı adını taşıması dışında, günümüze kalabilmiş somut verilerden yoksunuz. Buna karşılık çarpıcı görsel zenginliğe ulaşmış Mardin’in belirli yapılarından yola çıkarak biraz olsun bütünü algılama olanağı doğmaktadır. Çünkü kenti oluşturan tüm yapılar kopmaz bir ilişki içinde birbirlerine bağlanmakta, “tarihin belirli bir döneminde bir defada yaratılmış” izlenimi vermektedir. Bunların arasında ticaret bölgesinin işareti olarak, biraz olsun Ulu Cami çevresi varlığını duyurmaya çalışmaktadır. Mardin Valiliği’nin yoğun bir programla kenti yeniden işlevlendirme sürecinde öncelik tanıdığı Sitti Radviyye/Hatuniye, Sultan İsa, Sultan Kasım medreseleri, onarımı biten Cihangir Bey, Sultan Hamza türbe ve zaviyeleri, “Kent Tarihi Müzesi” olarak düşünülen Eski Vergi Dairesi, bu doğrultuda manastır ve kiliselerin elden geçirilmesi, değişik bir yaklaşımın gerekliliğini ortaya koymaktadır...



Günümüzde kentsel dokusu yer yer yoğun zedelenmiş, yeni gelişme alanlarıyla ilişkisi sağlam kurulamamış olmasına rağmen Mardin, “Ortaçağ’da bu topraklara egemen olmuş yönetimlerin-yöneticilerin, farklı inançlarla yüklü insanların bizlere bıraktıkları yapıtlarla çok özel bir kenttir”. Bu günümüz dünyası için “yeniden yaratılma olanağı bulunmayan” bir olgudur. Böyle bir birlikteliği kentte “okunur kılmak” için, kamu-yerel-özel-sivil kesimlerin güçlü dayanışması gerekmektedir...



Geçmişin tanığı anıtları, bunların yaratılmasına ortam hazırlamış dönemlerinin ünlü yöneticileri, kentin varlığının-zenginliğinin kopmaz parçası Mardinlilerin özelliklerle yüklü evleri, zamana direnen değerleriyle kendilerine farklı bakan “ülkenin yazan-çizen-düşünen-araştıran duyarlı insanlarının geliştirecekleri yeni bir Mardin Dosyası’nı” beklemektedir... Bu dosyanın bütçesi, nitelikli tasarım, tüm kesimlerin katılımı, inceliklerle yüklü kimliklerin birikimleridir...





GÜNEYDOĞU ANADOLU KENTLERİ

KÜLTÜREL VARLIKLARINI KORUMA YARIŞINDA...




Bugünlerde yolu Güneydoğu Anadolu’ya düşenler, çok farklı bir ortamla karşılaşmanın heyecanını yaşıyorlar. Günlük yaşamın hızla değişmeye başlaması, herkesi şaşırtıyor. Yaz aylarının kavurucu sıcağının ilk belirtileriyle birlikte, tankerlerin-kamyonların ardına takılmış sayıları her gün artan otobüslerden etrafı izleyen yerli-yabancı gezginlerin soğukkanlı bakışları bile, değişmenin işaretleri. Düne kadar sorunların doruğa ulaştığı böylesi bir coğrafyada, her noktayı görmeye çalışan bu insanların düşündükleriyle birlikte çevreyi değerlendirdiğimizde, “yaşamın yeniden canlandığının” somut belirtilerini yakalama şansımız artıyor.



Böylesi bir ortamı görmek için Türkiye’nin her bölgesinden gelen, 23-25 Mayıs tarihleri arasında büyük bir heyecanla Şanlıurfa’da buluşan “Tarihi Kentler Birliğiüyelerinin ilk düşünceleri ve açıklamaları da benzer doğrultudaydı. Tankerlerin-kamyonların peşine takılmış otobüslerin sayılarının niçin her gün çoğaldığını anlamamızı kolaylaştıran bu önemli toplantı sırasında yapılan tartışmalarda, üzerinde çok yönlü durulan temel konu,“doğa-kültür öncelikli yeni bir gündemin”, buna bağlı “nitelikli bir eğitimin” ülkede egemen kılınmasıydı...



Bir süredir dingin bir ortamın izleri ağır ağır Güneydoğu Anadolu’da görülmeye başlayınca, özgün doğasının, uygarlık tarihinin kaynağını oluşturan kültürel varlıklarının yeniden ilgiyi üzerine çekmesi, bu bölge için kaçınılmaz bir sonuçtu. Üstelik, günümüz dünyasında dolaylı doğrudan herkesin yaşam boyu içinden geçmesi gereken bu nitelikte bir kültürel sürece, toplumumuzun dünden daha çok gereksinim duyduğu günleri yaşıyorduk... Ayrıca dünyanın beklentileri de bu gündemde saklıydı... Artık her inceliğin bilinmesi, paylaşılması gerekiyordu... Geçmişin özlü birikimlerinin değerlendirilmesi, toplumların ortak özlemiydi...



Aralıksız süren tartışmaların ardından “Tarihi Kentler Birliği” üyelerinin, bu düşüncelerle yüklü olarak Şanlıurfa-Harran-Mardin-Midyat- Hasankeyf ve çevresinde gördükleri, doğal-tarihsel-kültürel varlıklara ilginin nedenini açıklamayı kolaylaştırıyordu. Son yıllarda bu konuda derinlemesine araştırmaların yaygınlaşması, değerlendirme isteklerinin büyümesi, ister istemez somut sonuçlara yönelmeyi de birlikte getirmişti. Bunun yanı sıra, toplantıya katılanların sınırlı zaman içinde gördükleri, “kentlerine farklı bir yaklaşımı egemen kılmada gecikmemeleri” uyarısını da taşıyordu. İlk bakışta dikkati çeken, bölgenin tüm yerel yöneticilerinin ve halkının, “doğanın-kültürün yarattığı değerlere yeniden sahip çıkma”yarışı içinde olmalarıydı. Toplantıya ev sahipliği yapan Şanlıurfa Valisi Muzaffer Dilek, Belediye Başkanı Ahmet Bahçıvan, konuşmalarında özellikle bu konulara değinmiş, değişimin somut uygulamalarla sağlanabileceğini kültürel miras adına ürettikleriyle kanıtlamaya çalışmışlardı.



Bu süreçte Şanlıurfa Valiliği, bir yıl içinde daha önce başlamış işlerin büyük bir bölümünü bitirmiş, yeni alanlara yönelmiş, kentin birbirinden önemli tarihi yapılarının bir bölümünü farklı niteliğe taşımış, özgün kimliklerine kavuşturmuştu. Şanlıurfa Valisi Muzaffer Dilek’in kurduğu araştırma-uygulama birimi önce, hazırladığı "Şanlıurfa: Uygarlığın Doğduğu Şehir” başlıklı kitabı, bu konulara duyarlı kesimlerin yararlanmasına sunmuş, uygulamalara sağlıklı bir zemin oluşturmuştu. Harran Üniversitesi Öğretim Üyesi, ÇEKÜL Vakfı Şanlıurfa Temsilcisi Yrd. Doç. Dr. A.Cihat Kürkçüoğlu başta olmak üzere emeği geçen herkes, kutlanması gereken bu çalışmayla, kentin yetiştirdiği kişiler olarak, kentlerini nitelikli tanıtmayı başarmışlardı.



Bu kalıcı bilimsel yayınlarla birlikte, toplantıya katılan vali, belediye başkanı, öğretim üyesi ve uzmanların eleştirisine sunulan uygulama örneklerinden ilki, bir süre Tekel Deposu olarak kullanılan Aziz Petrus ve Aziz Paulus Kilisesi’ydi. Burası da değişik aşamalardan sonra özenle elden geçirilmiş, kente büyük katkıları olan valilerden Kemalettin Gazezoğlu’nun adının verildiği "Gençlik ve Kültür Merkezi” olarak düzenlenmiş, bir konserle birlikte açılışı, İçişleri Bakanı Rüştü Kazım Yücelen yapmıştı. Ayrıca valiliğin, Kızılay’ın mülkiyetinde bulunan ve yıkılmaya başlayan “İsviçre Hastanesi” olarak bilinen tarihi yapıyı, Sosyal Hizmetler ve Dayanışma Vakfı’nın etkinliklerinde kullanılmak üzere onarması, çevresinde değişik özellikler içeren geleneksel konutların ortak değerlendirilmesine de ortam hazırlamıştı. Yıllar önce benzer biçimde ÇEKÜL Vakfı’nın önerisiyle, “Çevre Kültür Evi” olarak kullanılmak üzere, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin katkılarıyla alınan Şahapzade Bakır Evi’nin onarımı da, yine valilik tarafından yürütülmekteydi. Toplantıya katılan Kültür Bakanlığı Müsteşarı Fikret N.Üçcan’ın bu yapıyla ilgili olarak belirttiği destekler hızla gerçekleşebilirse, kent çok yönlü kültürel kullanıma olanak veren yeni ve farklı özel bir ortama kavuşabilecek.



Böylece bir yıl önce Hızmalı ve Millet köprülerinin onarımıyla başlayan valilik çalışmaları hızla sürmekte... Yorgancı Sokak başta olmak üzere, kentsel dokuların iyileştirilmesi hız kazanmakta... Gümrük Hanı başta olmak üzere kentin merkezinde ve ilçelerinde birçok anıtsal yapı yeniden değerlendirilmekte... Yer yer yıkılmış olan ünlü Millet Hanı’nın hukuksal sorunları çözülebilirse, Urfa’nın kültürel kimliğini etkileyecek bir büyük alan daha kurtarılmış, kenti farklı ortamlara taşıma olanağı yaratılmış olacak... ŞURKAV/Şanlıurfa Kültür, Eğitim, Sanat ve Araştırma Vakfı’nın bugüne kadar onarımını gerçekleştirdiği bu bir dizi yapı arasında hiç kuşkusuz “Gümrük Hanı” büyük önem taşımakta. Yıllar önce ÇEKÜL Vakfı’nın Tasarım-Uygulama Birimi sorumlularından Prof. Dr. Mete Ünügür-Dr. Mehmet Alper-Y.Mimar Halit Sorguç’un destekleriyle başlayan “Urfa’nın ticaret bölgesini bütünleştirme” projesinin ilk aşaması, Sipahi Çarşısı-Kazzaz Pazarı/Bedesten-Gümrük Hanı’nı içeriyordu. Aradan geçen zaman içinde ilk ikisi onarılmış, üçüncüsünün ise bu yıl içinde tamamlanması beklenmekte. Bu çalışmalara koşut girişimler, Harran Üniversitesi tarafından da sürdürülmekte. “Harran Üniversitesi Kültür Evi” olarak kullanılmak üzere, Halil-ür Rahman Gölü’ne egemen bir noktada Onsekizinci Yüzyıl başlarında oluşmuş doku içinde bulunan Akçarlar ve Şefik Tenekeci evleri, Rektör Prof. Dr. Uğur Büyükburç’un yoğun çabalarıyla kamulaştırılmış, ardından onarım işlemleri tamamlanmış, böylece bu özel alan farklı bir kimliğe bürünmüş bulunmakta.



Bölgede bu işlemlerin nitelikli sürdürülmesi, geleneksel yöntemlerle çalışan “ustaların yetişmesine” bağlı. Bunu sağlama yolunda Şanlıurfa Belediye Başkanlığı, yeni yapılarda da taş kullanılmasını özendirmeye çalışıyor. Ayrıca kent halkının, taştan geleneksel konutlarını onarmaya, başta konaklama amaçlı olmak üzere yeniden işlevlendirmeye yönelmeleri ve bu konuda olumlu örneklerin çoğalması, bazı kamu yapılarının böylesi ortamlara taşınması, değişmenin ilk somut işaretleri... Bunların yanı sıra, Vakıflar Genel Müdürü Dr. Nurettin Yardımcı başkanlığında yapılan Harran kazılarında ve Harran’ın ünlü evlerinde görülen kerpiç malzemenin de yaşatılması gerçeğini göz önüne alan Harran Üniversitesi’nin, Harran’da bulunan bazı kerpiçten evleri kimliklerine uygun onarma kararı almış olması, bu alanda atılmış önemli bir adım olarak gözükmekte...



Başta Birecik-Halfeti-Harran-Viranşehir-Siverek olmak üzere Şanlıurfa’nın değişik ölçekte yerleşme yerlerinde benzer yaklaşımların yaygınlık kazanması, Tarihi Kentler Birliği Toplantısı’na bunun “somut biçimde yansıması”, Mardin-Midyat-Hasankeyf-Diyarbakır gezileri sırasında şaşırtıcı uygulamalarla karşılaşılması, “doğa ve kültür öncelikli yeni gündemin” Güneydoğu Anadolu’ya egemen olmaya başladığının belirgin işareti... Bu umut veren “olumlu yarışın” ülkeyi sarması, herkesin ortak beklentisi...




KÜLTÜREL TURİZM AÇISINDAN

ÜLKENİN YENİDEN DEĞERLENDİRİLMESİ...




Türkiye ekonomik açıdan sıkıntılı günler geçirirken, bu arada bazı konular üzerinde daha sağlıklı düşünme olanağı da ortaya çıkmakta, ne kadar doğruları içerirse içersin, dün gündem oluşturamayan önemli başlıklar, biraz olsun tartışılmaya, farklı adımların atılmasına neden olmaktadır. Bunların başında, ülkenin bütünü düşünülerek yeniden çok yönlü tasarlanmasıdır. Sorunların büyümesi, bugüne kadar öncelikli sandığımız birçok konunun yeniden değerlendirilmesini gerekli kılmış, temel kaynakların korunmasının önemini ortaya koymuştur. Bunlardan birisi de, “turizm” başlığı altında tüm yaşamımızı bağladığımız olgudur. Geçen yarım yüzyıl içinde turizm konusunun geçirdiği evreler, elde edilen sonuçların dolaylı-doğrudan görünen-görünmeyen etkileri soğukkanlı irdelendiğinde, ülke bütününe katkıları günümüzde daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü her kazandırılmak istenen yeni değerin, artık “toplumsal yapıya, uzun dönemli çıkarlara, özellikle doğa ve kültüre” etkilerinin ayrıntılı düşünülmesini bekleyen bir yeni yüzyıl başlamıştır. Bazı tükenmez sanılan ana yaşam kaynaklarının hızla azalması, bizlerin “kapsamlı ve çok boyutlu yol izlememizi, zaman yitirmeden bunu geleneğe dönüştürmemizi, değişik ölçeklerde yeni projelerle desteklememizi” gerekli kılmaktadır.



Bu nedenlerle, öncelikli bir alan olarak belirlediğimiz turizm de, kaynakların tek boyutlu kullanımına ortam hazırlayacak nitelikte tasarlanmamalıdır. Sonuçları değişik ülkelerde görüldüğü gibi, bir süre sonra bu tür yaklaşımlar, “toplumsal kirlenmeye, çevresel ve kültürel sorunların büyümesine, özlü özelliklerin gözden çıkarılmasına, kaynakların tüketilmesine” yol açar ve getirdiğinden çok götüren bir ortamı geleneğe dönüştürür. Ülkemiz, iyi düşünülmüş, çok yönlü girdileri içeren bir turizmi egemen kılmak istiyorsa, “kültürel turizmin uzun fakat kalıcı yolunu” denemelidir. Böylece, doğası, kültürel birikimi, mimarlıktan geleneksel sanatlara uzanan kalıcı değerleriyle, sıradan yaklaşımların gündem oluşturmasını önlemiş, ayrıca kültürel kimliğin devingen bir biçimde ortaya çıkmasına ortam hazırlamış olur. Bunu köylerde kentlerde, her ölçekte yerleşme yerlerinde deneyerek, farklı alanlarda da zenginlik ve bütünlük sağlayabilir.



Kuşkusuz bu doğrultuda sürdürülen çabaların başında, “Antalya” odaklı çalışmalar gelmektedir. Önceliğin ve yoğunluğun buraya kaymasının temel nedeni, turizmin olumlu-olumsuz sonuçlarını her yönüyle görmenin, sağlıklı örneklerle bölgede yeni bir dönemi başlatmanın gerekliliğidir. Ayrıca sürekli tartışılmasına rağmen uygulamaya dönüşmeyen “kültürel turizm” konusunda bir ilki gerçekleştirerek, doğanın ve kültürün elden gitmesini önlemektir. Nitekim 31 Ekim 2000 tarihinde, dönemin İçişleri Bakanı Sadettin Tantan, Orman Bakanı Prof. Dr. Nami Çağan, Akdeniz Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yaşar Uçar, Mimarlar Odası Genel Başkanı Oktay Ekinci, ÇEKÜL Vakfı Başkanı Prof. Dr. Metin Sözen, İbradı Güç Birliği ve Kalkınma Vakfı Başkanı Prof. Dr. Yüksel Bozer, Aksekililer Derneği Başkanı Ömer Duruk’un imzaladıkları “Akseki-İbradı Protokolü” de, ülkemizde bu yolda atılmış ileri bir adım olarak büyük önem taşımaktadır. Öncelikle Akseki-İbradı Havzası’nı içeren proje, turizm başlığı altında kıyılarda yarım yüzyıldır sürdürülen çabaların olumsuz sonuçlarından, bu bölgelerin korunmasını amaçlamaktadır.



Aradan geçen kısa süre içinde, başta Orman Bakanlığı olmak üzere tüm kurum ve kuruluşlar, üzerlerine aldıkları sorumlulukları yerine getirmek için yoğun çaba göstermekte, somut sonuçlara yönelmektedirler. ÇEKÜL Vakfı ve Mimarlar Odası, “Sarıhacılar Köyü"nün tümünü kültürel turizme açmak için ön çalışmaları tamamlamış, örnek onarımları başlatma aşamasına getirmiş bulunmaktadır. Her konuda köy halkının büyük bir dayanışma içinde olması sevindiricidir. Benzer biçimde, “Değirmenlik Köyü" de doğal-kültürel zenginliğini değerlendirmek istemekte, “Gödene halkının” çok yönlü çabalarıysa, örnek gösterilecek boyuta ulaşmaktadır. “Akseki Araştırmaları ve Uygulamaları Merkezi” olarak da işlevlendirilen “Çevre Kültür Evi”, Ömer Duruk’un destekleriyle oluşturulmakta, havzadaki değişik ölçekteki yerleşmelerin katılımı her geçen gün büyümektedir. ÇEKÜL Vakfı Akdeniz Bölge Koordinatörü mimar Recep Esengil ve Akseki Temsilcisi mimar Mine Kaya’nın sorumluluğunda süren tasarım-uygulama çalışmaları, tam bir dayanışma içinde gelişmekte, Akseki Belediye Başkanı Osman Salih Çelikel dar olanaklarına rağmen sürekli destek vermekte, her aşamada Antalya Valisi Ertuğrul Dokuzoğlu süreci kısaltmaya çalışmaktadır. 28-29 Haziran’da Orman Bakanı Prof. Dr. Nami Çağan’ın katılımıyla, Akseki-İbradı Havzası’nda gelişmeler topluca yeniden gözden geçirilecek, projenin biten bölümleri halka açılacaktır.



Bu arada, Türkiye Tarihi Evleri Koruma Derneği’nin 15-25 Mayıs tarihleri arasındaki Yirminci Tarihi Türk Evleri Haftası’nın “Finike” ve “Elmalı” odaklı seçilmesi de, bu yolda yaratılan kamuoyunun sürekliliği açısından önemli bir gelişme olmuştur. Bir bakıma, Akseki-İbradı Havzası’ndaki girişimleri, Antalya’nın yaşadığı olumlu-olumsuz süreci günümüz koşulları içinde Finike ve Elmalı’da gündeme getirmek, kültürel turizmin özel koşullarını belirlemeye yaramıştır. Ayrıca, yapılan toplantılardaki somut yaklaşımlar, yeni bir dönemin olumlu işaretlerini de içermektedir. Finike Belediye Başkanı Nail Dülgeroğlu ve Finike Kaymakamı Ahmet Önal’ın, doğal yapının bozulmaması, portakal bahçelerinin korunması, geleneksel konutların onarılması ve işlevlendirilmesi, arkeolojik alanların kimliklerine uygun sanatsal-kültürel ortamlara taşınması isteklerinin, yıllarını Arykanda kazılarına vermiş Prof. Dr. Cevdet Bayburtluoğlu, bölgede ve Patara’da bu yolda mücadelesini sürdüren Prof. Dr. Fahri Işık başta olmak üzere tüm katılanlar tarafından desteklenmesi, yeni arkeolojik araştırmaların sonuçlarıyla farklı bir ortamın yaratılma şansının belirmesi, bir bakıma “kamu-yerel-özel-sivil birlikteliği"nin artık ne anlama geldiğinin de somut işaretiydi.



Kültürel turizmin çok boyutlu olduğunun bir diğer göstergesi, Finike-Elmalı yolu üzerindeki “Gökbük Köyü"nün tüm varlığıyla değerlendirmeye alınmış olmasıdır. Benzer doğrultuda bir girişim de, uzun yıllar Antalya’da Büyükşehir Belediye Başkanlığı yapmış Hasan Subaşı’nın Elmalı’daki çiftliğinde, birbirinden ilginç yapıları onarması ve geçmişin üretim ilişkilerinin yansımasına ortam hazırlamasıdır. Elmalı’da yapılan toplantıda, Belediye Başkanı Hüseyin Altıntaş, Kaymakam M. Ali Özkılınç, Türkiye Tarihi Evleri Koruma Derneği Başkanı Perihan Balcı, Prof. Dr. Cengiz Eruzun, Tarihçi-Yazar Necdet Sakaoğlu, Avukat Hasan Subaşı, Y.Mimar Sedef Altun da, yapılacak çalışmaların kısa-orta-uzun dönemli yararları üzerinde durmuş, Elmalı ve çevresinin farklı bir bakış açısıyla değerlendirilmesi konusunda ortak bir karara ulaşmışlardır.



Benzer durum bölgenin kuzeyinde Yalvaç’ta karşımıza çıkmaktadır. Uzun bir süredir üzerinde çalışılan “Doğal ve Kültürel Değerlerin Korunması, Geliştirilmesi ve Turizmin Çeşitlendirilmesi” başlıklı öncü projeyle Yalvaç Belediyesi, Eski Deri Fabrikası’nı konaklama amaçlı değerlendirmeyi, kentin giriş kapılarını tamamlamayı, Hıdırlık Kültür Alanı’nı düzenlemeyi, Sevgi Yolu’nu bitirmeyi, Kent Meydanı Proje Yarışması’nı sonuçlandırmayı başarmış, geleneksel konutların onarılması ve işlevlendirilmesi işlemlerini ise hızla sürdürmektedir. Belediye Başkanı Tekin Bayram, ÇEKÜL Vakfı, Mimarlar Odası Antalya Şubesi’yle birlikte, büyük bir dayanışma içinde kenti kısa zamanda farklı bir boyuta taşımayı hedeflemekte, kültürel turizmin kalıcı değerleriyle kenti buluşturmak istemektedir.



Antalya’nın “Balbey Mahallesi’nden başlayan, Akseki-İbradı-Finike-Elmalı-Yalvaç’a uzanan bu hareketin sonuçları”, Türkiye’nin diğer bölgelerinde de yaşam şansı bulursa, ülkemiz için yeni bir dönemin ilk işaretleri olacak, geçmişten günümüze uzanan değerlerin kesintiye uğraması belirli bir oranda önlenebilecektir...




5 HAZİRAN DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ: YAPILACAK “DÜNYA KADAR” İŞ VAR!


ÇEKÜL Eğitim Birimi, Dünya Çevre Günü nedeniyle 5-6 Haziran günleri 10:00-16:00 arası ÇEKÜL EVİ’nde gençlerle bir dizi etkinlik gerçekleştirecek.

Beyoğlu İlçesi’ndeki liselerin çevre kolu öğrencileri, bu günlerde ÇEKÜL EVİ’ni ziyaret ederek dia gösterisi, seminer, film gösterimi ve söyleşi programlarına katılacaklar.

5-6 Haziran'da ÇEKÜL'ün bahçe katında Fazilet Karaca'nın geri kazanılabilen malzemelerden oluşturduğu bir Resim Sergisi açık olacak.

6 Haziran'da ÇEKÜL'ün toplantı salonunda Mimarlar Odası ve ÇEKÜL gönüllüleri işbirliğiyle hazırlanan “Kente Karşı İşlenen Suçlar Sergisi” gezilebilecek...

Etkinlikler lise öğrencilerine, çevre eğitimi programlarının uygulayıcısı olan gönüllü üniversite öğrencileriyle tanışma ve farklı boyutlarda bilgilenme olanağı da yaratacak.

Öncelikli gündemin “koruma için gönüllülük ve katılım” olacağı söyleşiler; gençlerin doğal ve kültürel değerlerin korunmasında ne gibi sorumluluklar alabileceklerini ortaya koymaya ve sonrasında da örnek çalışmalar gerçekleştirmelerine yardımcı olmayı amaçlıyor. Yazılı-görsel malzemelerle desteklenecek olan etkinliklerin, çevre konularında gençlerle sürdürülebilecek bir iletişimin de başlangıcı olması bekleniyor.

Umarız, bu kez “Dünya Çevre Günü” gerçekten “dünya”nın işine yarar. Çünkü yapılacak “dünya kadar” iş var!

Etkinlikler, okullar dışında birey ya da grup olarak katılmak, sergileri izlemek isteyen herkese açık! Programlar 5-6 Haziran günleri 10:00-16:00 arası her saat başı tekrarlanacak. Ancak grup katılımları için önceden arayarak bilgi vermek gerekiyor.

KATILIM İÇİN:
E-Posta: Hakan Karan ve Müge Arslan
ÇEKÜL EĞİTİM BİRİMİ Tel: (0.212) 249 64 64



YARINLAR İÇİN BUGÜNDEN! YAŞANABİLİR BİR DÜNYA YARATIN...




DÜŞÜNÜYOR MUSUNUZ?
Azalan ormanları, ayakta durmakta zorlanan kültürel varlıkları, kirlenen suyu, yatırımlara mahkum edilen toprağı, yaşamaya çalışan canlıları, geleceğe taşımakta zorlandığımız doğal ve kültürel değerleri...

ÖYLEYSE VARSINIZ!
Doğaya hayat vermeye, çevre değerlerinin varlığını tehdit eden unsurlara karşı gelmeye, varolan değerleri sahiplenmeye, “yaşamak için yaşatmaya” varsınız.

Ne yapabiliyor ya da düşlüyorsanız, onunla başlayın.

Bugün bir değişiklik yapın: Dünyaya yardım edin! Çünkü nasıl yaşamak için O’na ihtiyacımız varsa, O’nun da ayakta durabilmek için bizim yardımımıza ihtiyacı var.

Yaşam kaynağımız dünyamıza hiç de iyi davranmıyoruz. Binlerce yıldır hayat veren toprak, şimdi bizden hayat bekler duruma geldi. Kentler betona boğuldu, yeşili göremez olduk. Kendi elimizle çevremizi yaşanmaz hale getiriyoruz: Tüketim alışkanlıklarımız, kaynakları kullanım tercihlerimiz, çevre değerlerine saygısız tutumlarımızla...

ARTIK DEĞİŞMELİYİZ! BUGÜN DEĞİŞMELİYİZ!
Bugünden, yarınlar için birkaç değişiklik yapmalıyız. Çünkü; birlikte yaşamaya, her canlıyla iyi komşu olmaya mecbur olduğumuz tek bir dünya, ortak bir gelecek var...

Gelin, bugün birkaç değişiklik yapın:

DAHA AZ TÜKETİN, TÜKETTİĞİNİZİ DEĞERLENDİRİN!
Küçük zevkleriniz için kısa sürede tüketeceğiniz şeyleri daha az satın alın. Dünyamız daha fazlasını kaldıramayacak ölçüde çöple dolmuş durumda! Kullandığınız ve çöpe atacağınız camları, pilleri bir geri kazanım kumbarasına atın. Yeniden üretime katılmalarını sağlayın.

CANLILARA YARDIM EDİN!
Camınızın önüne, balkonunuza kuşlar için biraz ekmek kırıntısı bırakın. Onlara güzel sesleriyle sizi keyiflendirmeleri için destek olun. Çevrenizdeki bitkileri koruyun ve çoğaltın. Pek çok canlıya ev sahipliği yapan doğal alanlarda ayak izinizden başka bir şey bırakmayın, çiçek ya da hayvanları yaşam alanlarından koparmayın!

AĞAÇLARI KURTARIN!
Eski gazete ve kullanılmış kağıtları çöpe atmak yerine, yeniden değerlendirme merkezlerine ulaştırın. Bunu kapınızın önünden geçen bir eskiciyle bile yapabilir ya da bir sivil toplum kuruluşunu arayabilirsiniz. Bir ton çöpten kurtarılmış kağıtla, yirmi yetişkin ağacın kağıt için kesilmesini önlemiş olursunuz!

ALIŞKANLIKLARINIZI OLUMLU YÖNDE DEĞİŞTİRİN!
Alışverişlerinizde naylon torba kullanımını azaltın, geri dönüşümlü ürünleri tercih edin. Ulaşımda toplu taşıma araçlarını kullanmaya özen gösterin. Ampullerinizi tasarruflu ampullerle değiştirin, suyu daha az kullanın. Böylece kaynakları doğru kullanırken, bütçenize de katkıda bulunun.

EVRENSEL DEĞERLERİ KUCAKLAYIN, KORUYUN!
Doğal kaynaklara, kültürel değerlere, tarihi varlıklara sevgi ve bilinçle yaklaşın. Yaşam kaynağımız olan doğanın ve varlık nedenimiz olan kültürel kimliğimizin geleceğe korunarak aktarılması için daha sorumlu davranın.

SAHİPLENİN, KATILIN!
Çevrenizde gördüğünüz olumsuzlukların önüne geçebilmek için harekete geçin. Çiçeği-ağacıyla, eviyle-sokağıyla tüm çevreyi canlı ve sağlıklı kılacak çabalar yaratın. Sivil toplum kuruluşlarında benzer çabalara ortak olun. Katılın, destekleyin!

BİRŞEYLERİ DEĞİŞTİREBİLİYORSANIZ, ÇOK ŞEYİ DEĞİŞTİREBİLİRSİNİZ!

Yaşamımız tercihlerimizle şekilleniyor. Sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğumuz kadar, o çevreyi yaratmak ve korumakla da sorumluyuz. Davranış biçimimiz ve günlük alışkanlıklarımız, tüm gezegene etki ediyor. Hepimizin tek tek attığı küçük adımlar birleştiğinde büyük sonuçlar doğurabiliyor. Öyleyse yaşanabilir bir dünya, bizim O’na nasıl davrandığımıza bağlı! Artık içilmez hale gelen suyun, kirlenen havanın, azalan ormanların, tükenen denizlerin, yani yeryüzünün desteğe ihtiyacı var: Bilinçli tercihlere, doğru tutumlara, ahlaklı düşünce ve davranışa...

HER NE YAPABİLİYOR YA DA DÜŞÜNÜYORSANIZ, ONUNLA BAŞLAYIN! CESARETİN İÇİNDE AKIL, GÜÇ VE UMUT VARDIR.

Daha güzel bir dünya yaratmak elimizde... Dünya üzerindeki canlı yaşamı, kaynakların yanlış kullanımı nedeniyle büyük zarara uğramış durumda ve kötüye gidiş sürüyor. Doğa her gün gücünü biraz daha yitiriyor, kültürel varlıklar ayakta durma mücadelesi veriyor. Geçmişteki yıkımları bağışlayacak olsak bile, bugünkü bilgi ve uygarlık düzeyimizle, doğal ve kültürel mirası, sorumluluklarımızı, gelecek kuşaklara aktaracaklarımızı, ahlaklı bir biçimde değerlendirmek zorundayız.

Dünyamızı korumak için yeterince nedenimiz var. Çevremiz yaşanmaz hale gelmeden harekete geçmeliyiz.

Yarınlar için, bugünden!..


NEDEN DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ?



Bizler biliyoruz. Sizler biliyorsunuz. Çevre canlı yaşamının temeli. Tüm canlılar doğal bir çevre içinde oluşuyorlar, doğuyorlar, soluk alıyorlar, besleniyorlar, barınıyorlar, çoğalıyorlar, sonra da yaşamlarını tamamlayıp gene o çevreye karışıyorlar. Sağlıklı bir doğal çevre her canlının temel yaşam hakkı. Olmazsa olmaz.

Bizler biliyoruz. Sizler biliyorsunuz. İnsanoğlu varolduğu günden bu yana doğa koşullarını denetim altına almaya çalışıyor. Gelişme, doğanın üretkenliğiyle insan aklının, emeğinin üretkenliği arasındaki alış verişten kaynaklanmıyor mu? İşte teknoloji de bu alış verişin bir ürünü. Ne var ki bu etkileşimin duyarlı bir doğal dengesi var. Tüketilen doğal kaynaklar uygun koşullarda kendilerini yenileyebilirler. Ancak insan onlara bu fırsatı verirse.. Oysa binlerce yıllık kazanımlarından başı dönmüş insanoğlu kendini tüketimin sarhoşluğuna bırakır da, daha fazla daha fazla çoğalarak, daha fazla daha fazlanın peşine düşerse, birgün o benzersiz üretkenliğin nasıl tükendiğini, yaşam temellerinin ayaklarının altından nasıl kaydığını şaşkınlıkla gözlemek zorunda kalır. Bugün olduğu gibi. Gideni geri getirmekse zor, belki de olanaksız.

Bunları bizler biliyoruz. Sizler de biliyorsunuz. Ama onlar biliyorlar mı? Kim onlar? Daha fazla üretmek, daha fazla kazanmak, daha iyi bir yaşam sürmek adına ormanları hızla yokedip onları hızla ürüne dönüştürenler, yerlerine evler, fabrikalar yapanlar, tarlalar açanlar, yeraltı kaynaklarını tüketerek daha fazla taşıt, daha fazla yakıt, daha fazla fabrika yapanlar, çevrelerini yaşanmaz kılanlar, ürettiklerinin ve tükettiklerinin atıklarını topraklara, akarsulara, göllere, denizlere boşaltanlar, daha fazla ürün almak uğruna yapay gübreleme, aşırı sulama ve zehirli ilâçlarla toprağı sömürenler, gelişme adına doğal dengeleri altüst edip yaban yaşamını, bitki örtüsünü, kuşunu, balığını, böceğini silip süpürenler, yarını düşünmeden, gelecek kuşakların yaşam haklarını hiçe sayarak, doğal varlıklara kendilerini yenileme fırsatı tanımadan sınırsızca ve açgözlülükle, hoyratlıkla, oburca yiyip bitirenler...

İşte 5 Haziran Dünya Çevre Günü onlar için.. Hattâ Çevre Günü yetmedi, artık Çevre Haftası kutlamak zorundayız. Bizler ve sizler için hergün Çevre Günü. Çünkü çevremiz, doğal çevremiz, kentsel çevremiz, kültürel çevremiz hergün hızla kirletiliyor, bozuluyor, yokediliyor. Ve bizler, çevrenin ne anlama geldiğini, değerini bilen insanlar ve yurttaşlar olarak hergün küçük-büyük savaşlar veriyoruz çevremizi korumak, kurtarmak için acımasız saldırılar karşısında. Çünkü çevre bizim bugünümüz, yarınımız, yaşamı anlamlı kılan herşey...

İnsanlar yüzyılımızın ikinci yarısında farkına varmışlar çevreye verdikleri zararın. 1972'de Birleşmiş Milletler Örgütü tarafından İsveç'in başkenti Stockholm'de bir zirve toplantısı düzenlenmiş ve toplantı günü olan 5 Haziran, Dünya Çevre Günü olarak ilân edilmiş. 113 ülkenin katıldığı bu toplantıda çevre ilk kez resmen dünyanın gündeminde yer almış ve dünya liderleri çevre ile uyumlu bir ekonomik kalkınmanın nasıl olması gerektiği konusunda tartışarak bir dizi ilke üretmişler. İşte sürdürülebilir kalkınma deyimi de bu toplantıda ilk kez kullanılır olmuş. Sürdürülebilir kalkınma, insanların yaşamlarını iyi bir düzeyde sürdürebilmeleri için gereksinim duydukları doğal kaynakları yenilenebilir biçimde, yani gelecek kuşakları da düşünerek kullanmaları demek kısaca. Birleşmiş Milletler Çevre Programı(UNEP) de bu toplantılar sonucunda kurularak çevre konusundaki uluslararası işbirliğine öncülük etme görevini üstlenmiş.

Bu toplantıyı izleyen yıllarda daha ayrıntılı başka toplantılar da yapılmış, çevre değerlerini korumaya yönelik uluslararası sözleşmeler imzalanmış, birçok ülkede Çevre Bakanlıkları kurulmuş, Çevre Yasaları yapılmış. Gene de çevresel öncelikler ekonomik kalkınma politikalarına eklemlenememiş, uygulamada fazla bir yol alınamamış. İnsanlar doğal varlıkların geleceğini gözetmeden üretmeye ve tüketmeye devam etmişler. Varlıklı ülkeler pahalı çevre koruma önlemlerini bir ölçüde de olsa gerçekleştirme şansını elde edebilmişler, ama özellikle gelişme yolundaki ülkeler çevre bozulmalarından giderek daha fazla etkilenir olmuşlar. Kuraklık, kıtlık, açlık, göç, erozyon, çölleşme, heyelân, sel taşkınları, yoksulluk, içme suyu kirlenmesinden kaynaklanan salgın hastalıklar çoğunlukla gelişmekte olan ülkelerin insanlarını etkileyen çevre bozulmaları. Bugün gelinen noktada çevre bilinci ve savaşı artık ulusal düzeyde politikaların oluşturulmasını gerekli kılıyor. Ciddî yasal düzenlenmeler yapmak ve uygulamak zorunlu. Bir de uluslararası düzeyde de ulusal nitelikte mücadele verilmesi gerekiyor. Çünkü çoğu kez gelişmiş sanayiler kendi ülkelerindeki korumacı sınırlamalardan kurtulmak için daha gevşek çevre politikaları uygulayan ülkelere kaçmayı tercih ediyorlar.

Dünya Çevre Haftası tüm bu konuları bir kez daha düşünmek, yapabileceklerimizi gözden geçirmek, daha da yoğun ve kesintisiz bir mücadele sürdürme kararı almak ve uygulamaya koymak için bir fırsat. Onları uyarmak, baskı yapmak, gerekirse eğitmek için her fırsatı kullanmak zorundayız. Çünkü bu yeryüzü, bu topraklar bizim.. Diliyoruz, bir dahaki çevre haftasına kadar çevre hiç aklınızdan çıkmasın. Bu arada bizler ve sizler elbirliğiyle çoğalalım, onlarsa azalsınlar.




Çarşamba, Mayıs 22, 2002

TARİHİ KENTLER BİRLİĞİ ŞANLI URFA BULUŞMASI



23-24-25 Mayıs 2002 tarihleri arasında yapılacak bu önemli toplantının programı, Birliğin web kütüğünde!


Salı, Mayıs 07, 2002



SON HAFTALARDA DÜNYA GAZETESİNDE YAYIMLANAN ÇEKÜL HABERLERİ




TRAKYA’NIN GELECEĞİ BÖLGE ÖLÇEĞİNDE YENİDEN TARTIŞILMALIDIR...



Türkiye bazı konuları sürekli erteleyerek, sorunlarının büyümesine neden oldu. Bunların başında, “ülkenin yapısına uygun tasarım ve uygulamaların” gündem oluşturmaması, ayrıntılı tartışma ortamının yaratılmaması gelmektedir. Türkiye’yi diğer coğrafyalardan ayıran bazı temel özellikler ise, farklı yaklaşımları kaçınılmaz kılmaktadır. Dikkatle gözden geçirildiğinde bu toprakların, dünyada “çeşitlilik içinde bütünlük” anlayışını yansıtan sayılı yerlerden biri olduğu görülür. Uygarlık tarihinin önemli ipuçlarını içermesi de buradan kaynaklanmaktadır. Gerçekten “Anadolu” ve “Trakya” bir bütün içinde değerlendirildiğinde, “benzerlikler kadar ayrılıkların da egemen olduğunu” gösteren sayısız özellikler birbirini izler.



Günümüzün yönetim anlayışı içinde yapılan yeni düzenlemeler çok yönlü incelenirse, bunların doğal ve kültürel birikimin sonuçlarıyla örtüşmesi güçtür. Oysa Türkiye’nin doğal yapısının yarattığı çeşitlilik, kültürel birikimin sonuçlarıyla birçok noktada bütünlük göstermektedir. Bu da doğal bir sonuçtur. Çünkü gelişmek isteyen toplumlar, varlık nedenlerini olanakların üzerine kurarlar. Bu nedenle, Türkiye’nin doğal-tarihsel-kültürel varlıklarının ayrıntılı biçimde incelenmesi, sayısız ipuçlarını gündeme getirmekte, ortak noktaların, bölgesel bütünlüklerin sınırlarını sağlıklı çizmemizi kolaylaştırmaktadır. Ayrıca Anadolu Uygarlıkları’nın her evresi, değişik dönemlerde bölgelere verilen adlar, yaratılan kültür, farklı girdileri dikkate almamızı gerekli kılar. Buradan kalkarak üzerinde durulması gereken temel nokta, “doğa ve kültür öncelikli bir bölge çalışmasının başlatılması, sürekliliğe dönüştürülmesidir”.



Kuşkusuz bu süreçte, “kent-havza ölçeğinde planlama-uygulama çalışmalarında” önemli adımların atılmış olması gerekir. Birbirine bağlı ve iç içe sürdürülmesi kaçınılmaz olan böyle bir süreçte, hemen hemen tüm yolların denenmesine rağmen, değişik kaygılarla yönetimler, “bölge-ülke ölçeğinde planlama-uygulama çalışmalarını” da istenilen düzeye taşıyamamışlar, bu doğal olarak değişik kesimlerin güvensizliğini birlikte getirmiştir. İşte bu nedenlerle ÇEKÜL Vakfı, kent-havza ilişkisinin sürekli altını çizerek, her bölgede bir havzayı öne çıkararak, bölge tartışmalarına zemin hazırlamıştır. “Akseki-İbradı”, “Küçük Menderes”,“Yeşilırmak” ve diğer havzalarda, aralıksız bölgenin temel girdilerinin önemi ve önceliğinin üzerinde durulurken, bir yandan da bölgelere geçişi sağlamanın yolları arandı. Türkiye’nin yıllarını verdiği “GAP Projesi” örneğinde, doğal-kültürel varlıkların korunması-kurtarılması konusunda ortaya çıkan “olumsuz sonuçlarla” birlikte, artık kimlik arayışlarında bölge ölçeğinde düşünmenin ertelenemez olduğunu herkes görmeye başladı.



Sağlıksız gidişin durmadığı büyüdüğü, sonuçlarınınsa “dönülmez noktaya ulaştığı” bölgeler içinde Trakya’nın bulunuşu, önceliklerin yeniden gözden geçirilmesini gerekli kıldı. Gerçekten yarım yüzyıl önce, başta Edirne olmak üzere birçok kent, yıllarca önemleri oranında yatırımlardan pay almadıklarından yakınırlardı. Sınır kenti olmanın sıkıntısını çekerlerdi. Türkiye’deki hızlı değişmeler, Avrupa ve Balkanlarla ilişkilerimizin yeni boyutlar kazanması, Trakya’nın tüm değerlerini yeniden gözden geçirmesine neden oldu. İstanbul ve yakın çevresinin “sanayi ağırlıklı yatırımların odak noktası” olmaya başlaması, Trakya’ya doğru sıçrama göstermesi, neyin nerede yer alacağını tasarlamamış, gerektiği oranda ve yoğunlukta “Ülke-Bölge Ölçeğinde Plan” yapmamış, önlemini almamış yönetimlerin, bu bölgeyi düzeyli ve düzenli değerlendirme şansları yoktu.



Geçen zaman içinde Trakya’da yaşam canlanmakla birlikte, ince dengelere dayalı doğası, kimlikli kentleri, kısa sürede kültür kenti İstanbul’un uğradığı sonuçlara yakın bir ortamın bu bölgeye de egemen olmasına neden oldu. Ormanlar, birinci derece tarım arazilerini besleyen sular, görünür bir hızla kirlenmeye, döküldüğü denizleri kirletmeye başlayınca, gelen sanayinin “önlem almama ve dilediği yanlışı yapma özgürlüğü”, Trakya’yı çok yönlü çıkmaza itti.



Türkiye sınırları içinde doğal-kültürel bütünlük gösteren bir bölge olarak Trakya, ayrıcalıklı yer olma özelliğini yıllarca korumuştu. Bölge, yapısına uygun yatırım beklerken, bu “baskın niteliğindeki yeni gelişmeler”, önce kaynağı kurutmuş, suyun, havanın, tarım topraklarının tükenişini hızlandırmıştı. Oysa tarihin her döneminde, uzun Osmanlı yönetimi boyunca Trakya, büyük kültürlerin, Anadolu’ya ve İstanbul’a egemen olmak isteyenlerin, sürekli aktığı bereketli bir bölge olarak, özel bir öneme, özgün mimarlık ürünlerine, değişik gelişmelerin sonuçlarına tanık olmuştu. Derinlikli tarihi boyunca da bu özelliğini kesintisiz korumasını bilmişti. Osmanlı yönetiminin “beylikten imparatorluğa” geçişinin tüm verilerini de içeren Trakya, ilk kez doğudan batıya yönelen bu insanların sorunlarla dolu günlerinin izlerini taşıdı... Farklı bir anlam yüklendiğinin bilincini yıllarca pekiştirerek sürdürdü... Bu nedenle, bölgedeki küçük büyük her yerleşme yeri, bütün içinde kimliğini yüzlerce yıl koruyabildi...



İnsanlar ve toplumlar, dünle bugün arasında sürekli gidip gelebiliyor, gelişmeleri sağlıklı yargılayabiliyorlarsa, yitirilen özlü özellikli değerlerin farkına daha çabuk varabilirler. Trakya, özel insanı, özel doğası, özgün kültürel mirasıyla, uzun yıllar büyük bozulmalar geçirmeden Yirminci Yüzyılın ortalarına ulaştı. Birbirinden ilginç yapıtlar, güç durumda olsalar bile, kimliklerini koruyabildiler. Bu nedenle sağlıklı ve bütünü gören bir yaklaşım, gelecekte yapılacak yanlışları azaltabilirdi. Yakınında İstanbul büyük bir hızla yara alırken, benzer yanlışlar ertelenebilirdi. Oysa önce toprağın altında ve üstünde sular kirlendi. Toprağın gücü azaldı, ayçiçekleri boyunlarını erken düşürmeye başladılar. Trakya’nın özel tarihinin basamak yapıları hızla kimliklerini yitirmeye, yıkılmaya yüz tuttular. İstanbul’dan ve Yunanistan’dan gelenleri çok uzaklardan karşılayan Trakya’nın her noktasında kalıcı izler bırakmış Mimar Sinan’ın ünlü Selimiye Camisi bile, “kendisinden daha önemli apartmanlar” nedeniyle görünmez oldu.



Sonuçta bütün bu yarım yüzyıl içindeki gelişmeler, “kültür topraklarını” sorunlarla yüklü bir ortama dönüştürdü. Böylesi bir süreçte, tepkiler de büyümeye başladı. Özellikle son yıllarda “kamu-yerel-özel-sivil birlikteliğine” dayalı girişimlerin hız kazanması, “bölge ölçeğinde planlama” için geniş katılımlı bilimsel toplantılar düzenlenmesi, değişik kesimlerin yanlışı durdurma konusunda ortak çaba içine girmeleri, çözüm arayışlarının ilk işaretleri olarak görülmelidir. Edirne Valiliği, Trakya Üniversitesi, Edirne Belediyesi ve Trakya’daki diğer kent yöneticilerinin, doğal-tarihsel-kültürel mirasın korunması-yaşatılması yolunda ilk adımları atmış olmaları, acaba Trakya’nın önünü görmesini, kimliğine kavuşmasını sağlayabilecek mi? Çünkü bu bölgede zaman hızlı geçmekte, sorunlar da o oranda büyümekte, Trakya’nın geleceği “yeni kararları ve bilinçli uygulamaları” beklemekte...










KUŞADASI’NDA YENİ BİR DÖNEM BAŞLIYOR...





Türkiye yarım yüzyıldır farklı bir süreci yaşadı. Bu sürecin sonunda varılan sonuç, “yeniden yapılanmanın” kaçınılmaz olduğuydu. Geçen zaman içinde yapılan yanlışların, dönüşü olmayan noktaların başında, gücünü ve niteliğini yitiren “doğa”, binlerce yılda üretilmiş “kültürel miras”, kuşaklar arası ilişkileri koparacak düzeye ulaşmış “insan ilişkileri” gelmekteydi. Belki dünyanın bazı coğrafyalarında da benzer gelişmeler oldu. Ancak Türkiye, köklü birikimini, özel koşullarını göz ardı ederek, “inatla” bu yarım yüzyılı yanlış değerlendirdi.



Yanlışlarda direnilen noktaların başında, ülkenin tüm değerlerinin saptanmasını sağlayacak ortamın oluşmasının, “bilinçli biçimde önlenmesi” gelmekteydi. “Neyin nerede, hangi öncelikte ve düzeyde üretileceğine karar vermenin yollarının tıkanması”, yaratılan boşlukta özlü özellikli değerlerin yitirilmesi, bu yarım yüzyılın sağlıksız gündeminin günümüze kadar uzanmasına neden oldu.



Bugün bu içinden çıkılmaz sorunların somutlandığı yerlerin başında hiç kuşkusuz kentlerimiz gelmektedir. Topraklarından kopmuş insanların sürekli hareketliliği içinde baskı altında kalan kentler, geçmişi-bugünü-geleceği birlikte tasarlayacağı ortamı yakalayamaz duruma gelmiştir. Ayrıca “sürekliliğe dayanan bir geleneğin özellikle yaratılmamış olması”, iyi niyetli girişimleri de başarısız kılmıştır. İşte böyle bir ara kesitte duran, ele geçen olanakları sağlıksız yapılaşmayla yitiren kentlerin başında, “Kuşadası” da gelmektedir.



Yarım yüzyıl içinde oluşan gerçeklerin ışığında Kuşadası’nın bugünkü yöneticilerinin önünde iki gerçek durmaktadır. Bunlardan birincisi, düşlerimize girdiğinde hepimizi korkutacak boyuttaki bir değişimin yarattığı sonuçlardır. Tüm “etik değerleri” altüst eden böyle bir çarpık “turizm” olgusunun sıkıntılarla yüklü sonuçlarının önemli bölümünün geri dönülmez nitelikte oluşu, iyi niyetli yeni yaklaşımları da zorlamaktadır. Bunun yanı sıra, ülke ve dünya düzeyinde yapılan tartışmalarda, Kuşadası’nın sürekli olumsuz örnek olarak gösterilmesi, ancak “soğukkanlı ve inandırıcı iyileştirme çalışmalarıyla” silinecek bir durumdur. Bu sıcak gelişmelerin aşılması yolunda herkesi zaman yitirmeden göreve çağırmak, geniş katılıma dayalı programlarla ortamı değiştirmek, belirli bir süre içinde çok farklı bir gündemin oluşmasına zemin hazırlayabilir. Ayrıca, yanlışın doğruya dönüştürülebileceği yolunda da önemli bir adım atılmış olur.



Burada ikinci temel öğe, büyük küçük demeden ulaşılan doğruların zaman yitirmeden yaşama geçirilmesidir. Nasıl turizm adı altında her değerin tüketilmesi kısa sürede olmuşsa, bu kez doğrular da dayanışmaya dayalı somut sonuçlara aynı hızla ulaşmalıdır. Hiç kuşkusuz geleceği tasarlarken, kısa-orta-uzun dönemli hedefler koymak gerekecektir. Burada kısa dönemde yapılacaklarla başarıya ulaşmak, olayın yönünü değiştirmede büyük rol oynayacak, inanırlığı artıracaktır.



Değinilen konularda Kuşadası’nın yeni yöneticileri tutarlı bir yol izleyerek, geçmiş dönemlerden kalan olumsuz izleri silmek için, “kentin genel çıkarlarını egemen kılacak gündeme” öncelik tanımışlar, ardından ülkenin bilim-sanat dünyasının birikimli kimliklerinin Kuşadası konusuna yoğunlaşmasına ortam hazırlamışlar. Bir dizi etkinliklerin ardından, 23-26 Şubat 2000 tarihinde “Geçmişten Geleceğe Kuşadası” başlığını taşıyan bir sempozyumda, bu konudaki tüm bilgi birikimini bir araya getirmeyi başarmışlar. Editörlüğünü Dr. Ayşe G. Şerifoğlu’nun yaptığı bir kitapla da sonuçları, geniş bir dağıtımla tüm ilgililerin tartışmasına açmışlar.



Bu süreçte Kuşadası Belediyesi, elde edilen verilerin ışığında öncelikle “eski olumsuz yaklaşımları durdurmaya” yönelmiş. Zaman yitirmeden kalan köklü değerlerden yola çıkarak, Kuşadası’nın kesilen “dün-bugün-gelecek ilişkisini” değişik alanlarda yeniden egemen kılmaya başlamışlar. Eski tarihsel-kültürel dokunun kalabilen parçalarını yeniden buluşturmaya, yeni işlevlerle donatarak olumsuz görünümleri azaltmaya yönelmeleri, çarşı bölgesindeki halkın katılımını sağlamış, kentte yeni bir dönemin başlangıcı olmuş. Bugün Sağlık Caddesi’ndeki gelişmelerin hızla çevreye yayılması ve genişlemesini isteyen Kuşadalıların sayısının çoğalması, girişimin başarısı olarak görülmektedir.



Ayrıca kentin surlarından ve burçlarından kalan parçaların, değişik işlevli birbirinden önemli yapıların yeniden değerlendirilmesi için yapılan çalışmalar, Fatma-Şaban Alkış Sanat Evi’nde olduğu gibi geleneksel konutlardan bazılarına yeni işlevler verilerek yaşamalarının sağlanması, başlayan hareketin olumlu izleri olarak görülmelidir.



Türkiye’de turizmin tartışma konusu olduğu ilk yıllarda üzerinde durulan yapılardan biri de, Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı’nın onarılarak konaklama işlevlerine ayrılmasıydı. Bugüne kadar sayısını çoğaltarak yeterince değerlendiremediğimiz bu tür yapıların ilk örneklerinden Kuşadası’ndaki Öküz Mehmet Paşa Kervansarayı’nın ardından, geleneksel evlere de tarihi dokunun içinde yeniden yaşam şansı tanınmasının düşünülmesi, farklı bir yaklaşımın ilk işaretleri olmaktadır.



6-7 Nisan 2002 tarihinde Kuşadası Belediye Başkanlığı’nın ev sahipliğinde büyük bir katılımla gerçekleşen ÇEKÜL Vakfı’nın “Ege Bölgesi Koruma Toplantısı”nda, başta Aydın Valisi Emir Durmaz ve Kuşadası Belediye Başkanı Fuat Akdoğan’ın kararlı bir biçimde üzerinde durdukları konu, kentin ayakta kalabilmiş tarihi dokusunu oluşturan evlerin tümünün zaman yitirmeden onarılması, Çalıkuşu Evi’nden başlamak üzere bir bölümüne yeni işlevler verilerek bu bölgenin yeniden değerlendirilmesi, sağlıklaştırma çalışmaları süren çarşıyla bağlantısının sağlanmasıydı. Tasarım-uygulama eylemleri için, Aydın Valiliği ve ÇEKÜL Vakfı’nın destekleriyle, Kuşadası Belediyesi’nde bu konulara duyarlı- birikimli kişilerle bir birimin oluşturulması, daha şimdiden sürecin kısalacağının ilk işareti olarak görülmüştür. Geçen yıllarda Kuşadası Belediyesi’nin Güvercin Ada’daki Kale ve çevresini olumsuz ortamdan kurtarması, yeniden düzenleyerek sanatsal-kültürel etkinliklere açması, bu yeni girişimin de hızla başarıya ulaşacağı inancını artırmıştır.



Kuşadası’ndaki bu gelişmeler, salt bu kent için “yeni bir dönemin işareti” olarak düşünülmemektedir. Benzer yanlışlarla kimlik çöküntüsüne uğramış tüm kentlerde, doğal-tarihsel-kültürel varlıkların kalan bölümleri ne yoğunlukta olursa olsun, onların yeniden değerlendirilmesi, genel bir karara bağlanmış bulunmaktadır. Kalanların gözden çıkarılmasını önleyici güç odaklarının varlığının kanıtlanması, oluşmaya başlayan yeni gündem için önemli bir göstergedir. “Ege Bölgesi Koruma Toplantısı”, yeni kavramlar, yeni dayanışma odakları oluşturması açısından önemli bir dönüm noktası olmuş, kamu-yerel-sivil güçlerin her bölgeye “kent-havza-bölge ölçeğinde” bakmasını sağlamıştır. Kuşadası da böyle bir bakış açısı içinde değerlendirilmiş, dayanışma alanı da o oranda genişlemiştir. Bu kuşkusuz, yeni bir dönemin başlangıcı, somut sonuçlara giden yolun olumlu işaretleridir...





GELİŞEN KAVRAMLARIN VE KATILIMIN GÖSTERGESİ: DÜNYA GÜNÜ





İnsanların ve toplumların, zaman zaman belirli kavramlar ve başlıklar altında düşüncelerini daha güçlü açıklamaya ve paylaşmaya gereksinim duydukları anlar vardır. Böylesi bir ortamın, insanları ve toplumları sarsan büyük olayların ardından yaygınlık ve güç kazanması, üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir noktadır. Bu, aynı zamanda “düşüncenin-kavramların-katılımın” nelere bağlı gelişme gösterdiğinin de işareti olmaktadır.



İnsanlık tarihinin, uygarlık tarihinin köklü geçmişine bakıldığında, iyiyle kötünün, doğruyla yanlışın birlikte gündem oluşturması, insanları ve toplumları-her zaman gerektiği anlarda olmasa bile-farklı bir noktada buluşmaya, kalıcı öğelere sarılmaya yönelttiği görülmektedir. “Yirminci Yüzyıla” gelinceye kadar, dünyamızın yaşanabilir olmaktan çıkacağını kim söyleyebilir, kim düşünebilirdi? Dünya savaşları bile bizlere, tüm coğrafyaları sarsacak nitelikte gözükmemişti. Oysa bir süredir, havanın, suyun, yeşilin, kısacası yaşam kaynaklarımızın hızla bittiğinden-tükendiğinden söz ediyoruz...



Hiç kuşkusuz bu hızlı tükeniş, hızlı düşünce üretmeyi, inandırıcı önlemler almayı, farklı kavramlarda buluşmayı, katılımın boyutunu büyütmeyi kaçınılmaz kıldı. 1970 yılında aynı düşüncelerle yola çıkan Harvard Hukuk Fakültesi öğrencisi Denis Hayes, hepimize şöyle sesleniyordu: “Kim demiş dünyayı değiştiremezsiniz diye? Bir tek insan bile dünyayı değiştirebilir!” Bu uyarı ve çağrı, bir bakıma herkesin ortak kaygılarına çözüm yolları da içeriyordu. O günlerin hemen ardından “22 Nisan,” tüm toplumların, tüm bireylerin ortak günü oldu. Herkes biliyordu ki, dünyamız sağlığını yitirdi mi, diğer günler de gücünü yitirecekti... Milyonlarca insan, gidişin gidiş olmadığını daha yüksek sesle söylemeye başladı, yeni dayanışma odakları oluşturmaya çalıştı... Bu aynı zamanda dünyamızdan bir şeylerin hızla eksildiğinin de somut işaretiydi...



İşte bu gelişmelerin ışığında, hareketin öncü kimliklerinden Mark Dubois, 32 yıl sonra dünyaya Türkiye’den sesleniyordu... Gelişen teknolojilerin sağladığı olanakla, anında tüm dünyaya 22 Nisan sabahı Mudanya Mütareke Meydanı’nından, 2002 yılının mesajını veriyordu: “Evimizi Koruyalım” diyordu... Yıllar önce, ulusumuzun bağımsızlık belgesinin imzalandığı beyaz boyalı “Mütareke Müzesi”nin önünde... Artık kavramların içi farklı dolduruluyor, katılımın yapısıysa hızla değişiyordu...



22 Nisan günü, Türkiye’nin değişik yerlerinden, Bursa ve yakın çevresinden gelmiş her yaştan, her kesimden insan, Mudanya’da ortak geleceğimizi tartışıyordu. Özellikle çocukların, Mark Dubois’nın konuşmasının can alıcı noktalarına gösterdikleri tepki, gelecek kuşakların bilincinin sınırlarını da belirliyordu. Dünya Günü Türkiye Ulusal Koordinatörü ÇEKÜL Vakfı’nın yıllardır, “ülkenin gündeminin öncelikleri değişmelidir... kamu-özel-yerel-sivil birlikteliğine dayalı yeni bir ortam yaratılmalıdır... kent-havza-bölge-ülke ölçeğinde tasarım ve uygulamalar geleneğe dönüşmelidir...bütün bunlar doğa-insan-kültür bağlamında yaşam şansı bulmalıdır” diyerek savunduğu gerçeklerin, tüm kenti dolduran coşkulu insanlar tarafından da paylaşılmış olması, değişme-değiştirme isteğinin somut işareti, somut yansımasıydı...ÇEKÜL Vakfı’nın ülkeyi saran “7 Bölge 7 Kent” projesinde Mudanya’nın neden yer aldığının da anlamlı bir açıklamasıydı...



Sorunları, değişik ölçeklerde tüm açıklığıyla tartışmaya açma, çözüm önerileri geliştirme konusunda, meydanda toplanan herkes birleşiyordu. Konuşmasında temel noktaların altını çizen, Dünya Günü’nü Türkiye açısından değerlendiren, “7+17 Dünya Günü Ormanları”nın gelecekte kentlerin çevresinde yaratacağı yeşil kuşağın önemini vurgulayan Orman Bakanı Prof. Dr. Nami Çağan, kentin değişik yerlerindeki etkinliklere de katılarak, içten ve gerçek birlikteliğe örnek oluşturuyordu. Bursa Valisi Ali Fuat Güven, Bursa Büyükşehir Belediye Başkanı Erdoğan Bilenser, Mudanya Kaymakamı Mustafa Esen, Mudanya Belediye Başkanı Hasan Aktürk başta olmak üzere, kentin değişik yerlerinde birbirini izleyen bir dizi etkinliklerde görüşlerini açıklayan kamu-özel-yerel-sivil kesimlerin temsilcileri, “evimizi” yani “dünyamızı korumanın” yeni bir bilincin ürünü olduğunun altını sürekli çizdiler. Yerel yöneticilerin, sivil toplum örgütlerinin içten katkıları ve çabaları, tüm katılanların övgü dolu cümleleriyle değerlendirildi.



Kastamonu’dan, Tokat’tan, yurdun her köşesinde gelen “Dünya Günü” haberleri ve görüntüleriyse, zaman yitirmeden -uydu yoluyla internet üzerinden- dünyaya aktarıldı. Etkinliklerin, kentin sokaklarına, Kumyaka-Trilye-Cumalıkızık’a yansıması, 23 Nisan’ın coşkusuyla buluşması, dünyada gelişen kavramların yaygınlaşmasını, katılımın boyutlanmasını birlikte getirdi. Dünya Günü Türkiye Ulusal Koordinatörü ÇEKÜL Vakfı’nın bu ortamda yayınladığı mesaj ise şu cümlelerle bitiyordu: “...Doğal-tarihsel-kültürel varlıkların her ölçekte korunmasını-yaşatılmasını sürekli savunduk. Doğru-tutarlı ‘hemşehri’, ‘yurttaş’, ‘dünyalı’ olmak istiyorsak, yanlışlar nerede oluşursa oluşsun, bilinçli bir birey kimliğiyle tavır koymak, bizlerin, hepimizin öncelikli görevi olmalıdır. Bu nedenle, yanlışların bir başkası tarafından düzeltilmesini beklemeden herkesi, dünyamızı diri tutacak eylemlerin içinde olmaya çağırıyoruz.”







Dünya Günü haftasında nerelerde etkinlikler düzenlendi?





20 Nisan 2002, Kastamonu'da Mimar Vedat Tek Anı Sanat ve Restorasyon Merkezi'nde “ÇEVRE, KÜLTÜR, DUYARLILIK, KÜLTÜREL MİRAS, KASTAMONU...” paneli ile Sepetçioğlu Konağı'nda gün boyu süren çocuklara dönük etkinlikler...

21 Nisan 2002, İstanbul'da ÇAtalca'da "7 Ağaç Ormanları"nda fidan dikim töreni, Tokat'ta Topçam Mahallesinde kutlama ve Huzur Evi civarında 2,500 fidan dikimi ve Cizre'de kutlamalar...

22 Nisan 2002, Mudanya'da (yukarıda sözü edilen bir dizi temel etkinlik), Muğla'da uçurtma şenliği, temizlik kampanyası, Çorum'da fotoğraf sergisi açılışı, fidan dikimi ve "Kent Tarihine Yolculuk" turu ve apnel...

25 Nisan 2002, İstanbul’da Porto Allegre belgeseli ( 25 Nisan 2002 Perşembe saat 19.00'da Mark Dubois Türkiye'den ayrılmadan önce Armada Otel'de bir basın sohbeti düzenlendi... ÇEKÜL Vakfı Başkanı Prof.Dr. Metin Sözen'in de katılacağı bu etkinlikte, Dubois'nın yanında getirdiği, 2002 başında Brezilya, Porto Allegre'de düzenlenen "Dünya Sosyal Forumu" ile ilgili 24 dakikalık "Başka Bir Dünya Mümkün" başlıklı bir belgesel gösterildi... Daha sonra Prof. Sözen ve Mark, katılanlarla sohbet ettiler.)



Dubois ziyareti, Türk basını tarafından geniş biçimde değerlendirildi...



İstanbul, Tokat ve Kastamonu etkinliklerinin Mudanya’daki törenle birlikte yayına sokulduğu web adresi: http://www.cekulvakfi.org.tr/wd/ (Web-viedo filmleri izleyebilmek için sisteminizde “Quick Player” yüklü olması gerekiyor)




KORUMA ÇALIŞMALARI, AYDINOĞLU BAŞKENTİ BİRGİ’DEN, KÜÇÜK MENDERES HAVZASI’NA GENİŞLİYOR...




1996 yılında, Türkiye’nin dört bir yanında başlatılan doğal ve kültürel varlıkların çok yönlü korunması ve yaşatılması girişimlerinin ardından, Birgi’nin adının da öne çıkması bir rastlantı değildi. Ödemiş’in dağlara yaslanan bölümü gibi duran Aydınoğlu Beyliği’nin başkenti Birgi, anıtsal yapıları, birbirinden ilginç ev ve konaklarıyla, tarihin her döneminde önemini korumuş, yerli-yabancı gezginlerin, bilim çevrelerinin sürekli ilgi odağı olmuştu. Bütün bu birikimlere rağmen, kentin her yıl görünür bir hızla kimliğini yitirmeye başlaması, tümüyle yeniden ele alınmasını kaçınılmaz kılıyordu. UNESCO’nun “geçmişimiz için bir gelecek” başlığı altında 1975 yılını, dünyada mimarlık yılı olarak açıklamasıyla birlikte, Safranbolu, Birgi, Kemaliye, Mardin, öncelikle korunması düşünülen kentler arasında yer almış, bunlar içinden Safranbolu, Dünya Mirası Listesi’ne girme başarısını göstermişti.



Yıllar sonra geçmiş deneyim ve birikimlere dayanarak ÇEKÜL Vakfı’nın, “7 Bölge 7 Kent” projesi kapsamında Batı Anadolu Bölgesi’ni simgelemek üzere Birgi’yi seçmesi, kentte yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Seçilme kararının gerekçesi şu cümlelerle bitiyordu: “Bu özgün toprakların sahibi kolay olunmuyor. Bugün Birgi’de bir araya gelmeye çalışanlar için korunması gereken tüm ülkedir, dünyanın her yeridir. Artık bir yerde yanlış başladı mı, o her yere kısa sürede ulaşmayı bilir. Bu nedenle, uzak-yakın nerede oturursanız oturun, 'Birgi’deki kimliği koruma savaşına’ katılmanız bilincinizle ilgilidir. Bilincinizi ölçmeye çağırıyoruz.” Gerçekten, bilinçli çevreler, kısa sürede hedefe giden yolda katkı vermeye başladılar. ÇEKÜL Vakfı Küçük Menderes Havzası Koordinatörü Emin Başaranbilek’in, dönemin Birgi Belediye Başkanı M. Hıfzı Aslankaraoğlu’yla birlikte, değişik kesimlerin destekleriyle oluşturdukları “eylem planı” çerçevesinde, diğer bölgeleri de etkileyecek tasarım ve uygulamalar birbirini izledi. Kentin “koruma imar planı” doğrultusunda iyileştirme çalışmaları, Cumhuriyet Meydanı’ndan başladı.



Yerel yönetimlerin, sivil toplum örgütlerinin, eğitim kurumlarının işbirliği çerçevesinde, Mimar Sinan Üniversitesi, Birgi Belediyesi’nin sağladığı alanda, uluslararası boyutları da içerecek “yaz okulları merkezinin” kurulması için gerekli projeleri tamamladı. Başta İzmir Ege, Dokuz Eylül üniversiteleri, Yüksek Teknoloji Enstitüsü, İstanbul Yıldız Teknik Üniversitesi, Türkiye’de mimarlık, şehircilik, sanat tarihi, arkeoloji, güzel sanatlarla ilgili birimleri olan üniversitelerin öğrencileri, öğretim üyelerinin yönlendirdiği programlar çerçevesinde, kendilerini kimlikli bir ortamda geliştirme olanağı buldular. Bunlara Fransa ve Kanada’dan mimarlık okullarının katılmaları ve sonuçlarını sergilemeleri, büyük bir bilgi birikimine ulaşılmasını sağladı. Ayrıca Birgi’nin değişik yerleri, öğrencilerin ilginç resim ve heykelleriyle donandı. Bu birikimin bir bölümü, başta İstanbul olmak üzere değişik kentlere ve yurtdışına da taşındı. Bunlara koşut olarak, Ege Üniversitesi Ziraat Fakültesi’nin havzadaki çalışmaları, halkın farklı yönde bilinçlenmelerini hızlandırdı. Her kuşak insanın, katılıma dayalı çok yönlü koruma politikaları çerçevesinde yarattıkları ortamın havza boyutuna yansıması, saptanan hedeflerin doğruluğunun da kanıtı oldu.



Küçük Menderes Havzası’nda tarım alanlarının iyileştirilmesinin yanı sıra, arkeolojik alanların da gündeme getirilmesi, bunlara koşut olarak Ödemiş-Beydağ-Kiraz-Tire-Selçuk-Bayındır-Konaklı-Ovakent-Bademli-Gölcük-Bozdağ’da, doğal ve kültürel varlıkların korunmasında yeni adımların atılması, ortak çalışma ortamının yaratılması, kısa sürede farklı ilişkilerin oluşmasına neden oldu. Bu süreçte, belediye başkanlarına ve sivil toplum örgütlerine, dönemin İzmir Valisi Kemal Nehrozoğlu ve ardından Alaaddin Yüksel’in yakın ilgi ve destekleri, kamu-yerel-sivil birlikteliğinin gücü konusunda havzada herkese inandırıcı işaretler verilmesini sağladı. Havza merkezi konumundaki Ödemiş’te, Belediye Başkanı Mehmet Eriş’in “Ödemiş Arastası ve Çevresinin İyileştirilmesi” projesine başlaması, Konaklı Belediye Başkanı Kamuran Açıkalın’ın “Hükümet Meydanı Düzenlemesi,” Bademli Belediye Başkanı Selçuk Bilgi’nin birbirinden ilginç geleneksel konutlardan bir bölümünün onarılabilmesi için proje üretmesi, Kültür Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün ilgili birimlerinin harekete geçmesi, bu tür girişimlerin yaygınlaşacağının ilk işaretleriydi. “ÇEKÜL Vakfı Küçük Menderes Havzası Gönüllüleri” ise, uzun tartışmalardan sonra, bir dizi etkinliklerin yanı sıra, Ödemiş Kaymakamı Erkan Işılgan’ın da desteğiyle, Birgi’de başlattıkları cephe iyileştirme çalışmalarının birinci evresini tamamlayabilme başarısını gösterdiler.



Kuşkusuz kısa bir süre sonra bu eylemlerin merkezi, Birgi’deki “Çevre Kültür Evi” olacak. ÇEKÜL Vakfı’nın, “Birgi Araştırmaları Merkezi” olarak da tasarladığı, eskiden okuma-yazma öğretmek üzere kullanılan, bir bölümü yıkılmış yapının örnek bir onarımla yaşama geçirilmesi, halka çok yönlü katkı sağlayacak, kent ve havzayla ilgili belge-bulgular burada toplanacak. Oluşturulacak kitaplık ve düzenlenecek etkinliklerle, havzada doğal ve kültürel varlıkların korunması çalışmalarının bu merkezden yönlendirilmesi, eşgüdüm açısından önemli bir boşluğu dolduracak. Bilgilerin ve verilerin buradan dağılması, yerli-yabancı herkesin yararlanmasına ortam hazırlanması, yaz okullarının çalışmalarında odak noktası olması, günümüzün gelişen teknolojilerini içermesi için, duyarlı herkesin bu merkeze katkı sağlaması, hızla gelişmesi yolunda çaba göstermesi beklenmekte...



1996 yılında, ülke düzeyinde bir çağrıyla Birgi’de başlayan bu çalışmalarda, sanat ve bilim insanlarının, belirli bir hedefe yönelik etkinliklere verdikleri desteklerin çevre halkı üzerinde derin izler bırakması, ÇEKÜL Vakfı üyelerinin yerel yönetimler ve diğer sivil toplum örgütleriyle birlikte girişimleri çeşitlendirme, sürekli kılma başarıları, düzeyli ve kalıcı yayınlarla yaygınlığın artırılması, Ege Bölgesi’ndeki diğer havza boyutunda sürdürülen koruma çabalarına daha şimdiden örnek oluşturmakta... Bir bakıma Birgi’den Küçük Menderes Havzası’na genişleyen, diğer havzaları etkileyerek bölgeye taşan bu süreçte, tüm kesimlerin birlikteliğin gücünü ve sonuçlarını görmesi, değişimin görünür işaretleri olarak nitelendirilmekte... Nisan ayının ilk haftasında Kuşadası’nda yapılan “Doğal ve Kültürel Varlıkların Korunması Toplantısı” da (*), Ege Bölgesi’ndeki bu katılıma dayalı gelişmelerin topluca değerlendirilmesine olanak yaratmıştır...




ANNELER ORMANI İÇİN BU PAZAR ARMADA'DA KAHVALTIDA BULUŞUYORUZ!



Çekül Vakfi ve Armada’nin Anneler Günü’nü kutlamak için ortaklaşa düzenledikleri kahvaltıya katılacak annelerin adına “Çekül Anneler Ormani”nda fidanlar dikilecek...


ÇEKÜL Vakfı ve Armada, ilkini geçen yıl başlattıkları "ÇEKÜL ANNELER ORMANI"na bu yılın Anneler Günü'nde de katkıda bulunmayi sürdürüyor. Bu kutlama biçimi, anneye duyulan sevgi ve saygı ile doğaya duyulmasi gerekenin arasında fark olmadığı gerekçesi ile başlatılmıştı..

Çocuklar, anneleri ile 12 Mayıs'ı, Armada’da saat 10.30’dan 14.00’e kadar sürecek bir “Pazar Kahvaltisi”nda kutlayacaklar. Gelirin bir bölümü ile Armada’ya gelen annelerin adına ÇEKÜL’ün “7 Agaç Ormanlari”nda bir fidan dikilecek. Dileyenler kahvaltı süresince açık olacak ÇEKÜL masasından, annelerine ayrıca “7 Ağaç” ya da ÇEKÜL'ün diger sürpriz ürünlerinden de armağan edebilecek...

Gecen yılki kahvaltidan...

Kahvalti : 13,500,000.- TK (KDV dahil)
Not: Hava elverişli olursa kahvaltı TERAS'ta yapılacak!
Ayrıntılı bilgi ve rezervasyon için:

Armada : 212 638 13 70-78 telefondan Satış ekibi / Zerrin Kelebek zkelebek@armadahotel.com.tr

ÇEKÜL : 212 249 64 64 telefondan Sevinç Baliç / sevinc.balic@cekulvakfi.org.tr




Çarşamba, Mayıs 01, 2002

Mark Dubois'dan mesaj var:



Katılımı ile İstanbul ve Mudanya'daki Dünya Günü etkinliklerine farklı bir boyut -bu arada buna fizik boyu (2.m) da dahil!- katan ve çevresinde kısa sürede bir sevgi çemberi oluşturan Mark Dubois, memleketine döner dönmez aşağıdaki mesajı yollamış:
(Etkinlikle ilgili görüntüler için: http://communities.msn.com/CEKULALBUM2/pictures)

"Dear dear dear friends,

I arrived home late last night, after 26 hours of traveling. Jet
lag is still with me...

Yet I wanted to write a brief note... I still can't believe what an
amazing experience I had. I am still in awe of all the people who
showed up at the Earth Day events all the good work tat was done, as
well as all the media you generated to educate the public.

I want to follow-up on numerous details soon, but for now just
letting you know how deeply I appreciate you linking me to your
dynamic colleagues doing so much to help your nation grow and heal!!!
as well as for all the wonderful, generous hospitality!!

Soooooo many thanks!!! I will be in touch soon!!
Mark"





Gecikmiş bir güzel haber var burada:


8. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri 2002...



TMMOB Mimarlar Odası / 8. Ulusal Mimarlık Sergisi ve Ödülleri 2002, 12 Nisan 2002 günü Ankara Çankaya Belediyesi Çağdaş Sanat Galerisi'nde yapılan törenle sahiplerini buldu. ÇEKÜL Vakfı Yönetim Kurulu Başkanı Prof. Dr. Metin Sözen, kültür varlıklarının korunmasındaki sürekli çabaları ve yerel yönetim birimleriyle mimarları buluşturmasındaki başarılı çalışmalarıyla "Jüri Özel Ödülü" ne layık görüldü.